Uykunun Peşinde

Uykunun Peşinde

Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan

Fotoğraf: Ylanite Koppens

“Ah be Zehra’cığım, sorma! Bu uyku ne menem bişeymiş, yaşlandıkça insan daha iyi anlıyor kıymetini. Almaz mıyım be ahretliğim! Uyku hapı falan da aldım. Ilık süt içtim, bütün ışıkları kapattım, bana mısın demedi vicdansız uyku! Gelmem dedi diretti. Tamam tamam dikkat ederim, sen de dikkat et kendine. Tansiyon ilacını aksatma, bak sonra olmadık bir yerlerde düşer kalırsın kimse yardım edemez. Sakın ha! Kapını da kilitleme, oğlan, kız gelirse açabilsin. Tamam ahretlik tamam hadi allasımarladık.”

Portakal rengi ahizeyi yerine yerleştirip üstüne kırık beyaz dantelini örttü Emine Hanım. Bu örtüyü de gençken örmüş, örneğini de kimselere kaptırmamak için kırk takla atmıştı. O zamanlar yeni çıkan örnekler saklanır, maazallah birisi kaparsa yedi mahallede aynı örnekten her evde olurdu. Sedef kakmalı fiskos masanın üstünde, kristal vazonun yanında dururdu bu çevirmeli telefon. Emine Hanım’ın çocukları kaç kere anneleri için telsiz telefon alalım diye tutturmuşlar hatta alıp getirmişlerdi. Ama anneleri Nuh deyip peygamber demedi. O turuncu telefonu da yerinden oynatmamıştı. Bu emektar masada bir de aile fotoğrafları duruyordu. Altın yaldızlı bir çerçevede; evlerinin bahçesinde, çocuklar henüz ilkokul çağlarındayken çekilmişti. Küçük oğlanın elinde futbol topu, ortanca kızın elinden düşürmediği pelüş ayı ve göz bebeği büyük oğlu Ferit’in de bisikletiyle verdiği poz. Kıymetli eşi de elini Emine Hanım’ın omzuna koymuş gururla poz vermişti. Hey gidi günler gençlik ne güzelmiş, en çok da deliksiz uyuduğu uzun geceler. 

 Bu gençlik yıllarında, yorgunluktan mıdır nedir, yastığa beş kala uykuya dalar sabaha kadar uyurdu. Şimdi zorla uykuya dalsa bile sabaha kadar uyumak şöyle dursun sanki yatakta diken varmış gibi yarım saatten fazla yatamaz olmuştu. Yorgun ayaklarını yün halının pörsümüş tüylerine sürüye sürüye mutfağa doğru gitti. Emine Hanım’ın evi çocuklarının deyimiyle -müzeden hallice- eski eşyaların özenle saklandığı bir evdi. Hiçbir şeyi atmaya kıyamadığı için neredeyse kendisiyle yaşıt eşyalar çocuklarının alay konusu oluyordu. “Aman efendim neden atsındı kırık değiller, yırtık değiller. İsraf değil mi? Bu zamane de israf konusunda baya cömert yani!” Emine Hanım kendi kendine konuşa konuşa kahvesini yaptı. Bir yandan da eski günleri yad ediyordu zihninde. Bu yalnızlık iyice dokunmaya başlamıştı Emine Hanım’a. “Zehra’da oğlunun yakınına taşınmasaydı ne güzel can yoldaşı olurduk. Tutturdu bir torun sevdası, gitti peşlerinden koca koca apartmanların ortasına. Gül gibi evini bırakıp gider mi insan!” 

  Gümüş tepsiye koyduğu fincanlarıyla penceresinin önündeki berjere, güzelim salon çiçeklerinin yanında kuruldu. Bu köşe Emine Hanım’ın en sevdiği köşeydi. Yılların eskitemediği bu koltuklar rahmetli eşinin yirminci yıl dönümü hediyesiydi. “Gençlik sen ne güzelmişsin, üzülecek şey yokken arayıp arayıp cımbızla çektiğimiz yıllarmış, hâlbuki derdimiz neyse yaşa işte gül gibi yediğin önünde yemediğin arkanda.” Narin beyaz ellerindeki benleri görünce gözleri yaşlarla doldu. Yaşlılık güzel tamam da keşke sevdiklerin de hep yanında kalsa. Bu zamanda en çok sevdiklerinin ayrılığı insana kaldırılmaz yük oluyor. Yüzüne yerleşen muzip ifade gözlerinde bir kaçamak bakışla birilerine duyurmak istercesine konuşmaya başladı yine; “Bu kahveyi de içtik ama akşama ne yapacağız bilmiyorum. Ah be Emine! Hem uyuyamıyorum diyorsun hem de kahveyi çayı kovayla içiyorsun. İlaç napsın senin bu boşboğazlılığına.” İnce, yukarıya doğru kavisli dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi Emine Hanım’ın. Aklına gelen her neyse neşesini yerine getirmişti. Yine kısık sesiyle sanki karşısında eşi oturuyormuş gibi konuşmaya başladı. “Sen hatırlamazsın bey çocuklar küçüktü, onları uyutayım diye başlarında beklerken müthiş bir uyku kavgası olurdu. Hepsi kendi yatağıyla uykuya dalmak için kavga ederdi adeta. Yastıklar, yorganlar ve zavallı çarşaflar paçavraya dönerdi resmen. Yastığı başının altından başka her yere koyanı mı ararsın, yorganı üstüne denk getirmek için bir oraya bir buraya çekiştireni mi, yoksa garibim çarşafın yatakta kalması için ha bire kenarlarını sıkıştıranı mı? Senin anlayacağın yarım saat bir saat uykuyu yakalama savaşı olurdu her gün. En önce kız uyurdu sonra küçük oğlan, en son Ferit. Nedense uykuyu yakalamada derslerdeki başarısı kadar başarılı değildi canım oğlum.” 

Emine Hanım sanki karşısında eşi varmış onunla eskiyi yad ediyormuş gibi konuşurken bir ağırlık çöktü üstüne. 

Bu durum pek sık yaşadığı bir şey değildi. Çünkü Emine Hanım son yıllarda uykusuzluk hastalığına yakalanmıştı ve şöyle dinlendirici deliksiz bir uyku çekmeyeli epey zaman olmuştu. Ne doktorlar ne hocalar derdine çare olmuştu. Uyumak için akla gelebilecek tüm yöntemleri deniyor ama nafile uyuyamıyordu. Uyku onu ancak yorgunluktan bitap düştüğü zamanlarda kısa süreliğine ziyaret ediyordu fakat uyandığında o kadar yorgun oluyordu ki artık bayıldı mı yoksa uykuya mı daldı fark edemiyordu. Tıbbi veya bitkisel tüm yöntemler de uykuyu yakalamakta işe yaramayınca Emine Hanım uyku ile psikolojik bir savaşa girdi. Kendince uykuyu düşmanı belleyip ona vücut giydirdikten sonra onunla oyunlar oynayıp alt etmeye çalışıyordu. Bugün ise aktardan aldığı bitkileri kaynatıp içmeye henüz fırsat bulamamışken, derin bir uyku öncesi insanın o olduğu yere uzanma isteği onu önce şaşırttı fakat, “Bu fırsatı kaçırma Emine!” diyerek kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle içi yün terliklerini giydiği gibi odasına yöneldi. Koridorda bir an gözleri karardı , düşmemek için elini koyacak bir destek ararken rahmetli eşinin duvarda asılı fotoğrafı elinde kaldı. Fotoğrafı göğsüne bastırıp son bir gayretle kendini yatak odasına attı. Ne olduğunu bilmiyordu fakat bunun önemi yoktu çünkü deli gibi uyumak istiyordu. Kapıyı açınca düşman kuvvetlerini esir almış bir komutan gibi sinsice gülümsedi “İşte şimdi yakaladım seni!” Pirinç başlıklı karyolasına usulca yattı. İpek yorganını boynuna kadar çekti ve kanaviçe yastığına başını koydu. Hasretle beklediği o derin uyku sonunda inadını kırmış ve ziyaretine gelmişti. Emine Hanım yıllardır görmediği eşinin fotoğrafı hâlâ göğsünde, ona sarılır gibi sarıldı son uykusuna! Göz kapakları son kez kapanırken bir daha uyanmayacağını bilse bile, belli belirsiz bir sesle mırıldandı:  “Ah be uyku sen beni hafife almayacaktın!”  

Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi