Otobüs Durağında Bir İçişleri Bakanı
Hikaye: Gülizar Baki
Fotoğraf: Teona Swift
Adım İçişleri Bakanına çıkmıştı. Gerçi Yusuf sağ olsun. Onun bana yakıştırması. Birilerine benden bahsedecek olsa ya da ailemizle ilgili bir durum anlatsa “Bizim İçişleri Bakanı” diye söz ederdi. Sadece Yusuf değil, onun dönemindeki tüm okumuş köylü çocuklarının eşleri ‘İçişleri Bakanı’dır. Bu basit bir yakıştırma ya da lakap değil, hatta bence büyük bir devrim. Eşlerimiz bizi, çocuk bakıcısı veya kocasının zevcesi, kayınvalidesinin gelini, evinin temizlikçisi statüsünden çıkarıp, devlet gibi gördükleri ailelerinin bakanı seviyesine kondurmuştu. Zaten benim dönemimin kadınları için en meşhur övgü cümlesi şöyleydi, “Okusa Tansu Çiller olurdu.” Yani başbakan. Oku(ya)madık evimizin İçişleri Bakanı olduk. Ah o yıllar… Tansu Çillerli yıllar… Benim gençliğim… Çocuklar… Ankara ve 90’lar…
90’lar bence Türkiye’nin ergenlik dönemiydi. Yağlı cildini sivilceler basmış, hormonları dengesini bozmuş, değişen, dönüşen, dokunsan patlayacak, dokunmasan çatlayacak tuhaf ama hızla gelişen bir ergen gibiydi toplum. Biliyorum çünkü benim çocuklarım da öyleydi. Gerçi biz de anne babaydık, ama ergenlikten yeni çıkmış gençlerdik. Bakmayın erken evlenip, erken çocuk sahibi olduğumuza, büyük kızım üniversiteyi bitirdiğinde ben daha 39 yaşındaydım. Oğlum şimdi 30 yaşında ve hâlâ evliliğe hazır olmadığını söylüyor. Kanepeye uzanmış cep telefonundan bana mesaj atıyor; “Anneeeee çay!” Bizim 4 çocuk büyütüp, çamaşır makinesi taksidi ödediğimiz yaşlarda, ama eve tek katkısı söylene söylene çöpleri dökmek.
Ben evlendiğimde 18 yaşındaydım ve Yusuf’a, bu devrin gençlerinin dediği gibi, fena aşıktım. Köyde aynı mahallenin çocuğuyduk. O abimin arkadaşıydı ve birlikte yatılı okulda okurlardı. Abimlere göre daha sakin, ağır başlı, az ama öz konuşan biriydi. Yeşil gözleri, ispanyol paça pantolonlu çizgili takım elbisesi ve acemice içtiği sigarasıyla film artisti gibiydi gözümde. Annem sık sık beni gönderip abimi çağırtırdı! Abim küplere binerdi, “Sessiz sessiz gelme kız. Anam gene ne istiyor! Söyle işi var gelemezmiş!” Aslında annemin abimi çağırdığı falan yoktu, yanlarına gelmek için uydurduğum bahaneydi, sessizliğim ise Yusuf’u izleyebilmek için zaman kazanma çabasıydı. Neden sonra Yusuf’un da beni izlediğini farkettim. Ya da bakışlarıma kayıtsız kalamamıştı. Bilmiyorum, sormadım hiç. O bana uzun süre bakamıyordu. Utanıyordu. Ben gelince de sigarasını arkasına doğru tutuyordu. Bir süre sonra arkasına doğru dönüp bir fırt çekip yana üflüyor, sonra bana kaçamak bakış atıyor ve utanarak ayak ucuna bakıyordu. Tabii zamanla anlaşıldı bizim kara sevdamız. Yusuf’un ablaları bana “gelin” bile demeye başlamıştı. Fakat annesi istemiyordu beni. Hele ki Yusuf öğretmen okulundan sonra üniversite okumaya Ankara’ya gidince kızlarını da ikna etti; üniversite okuyan oğullarını köyden bir kızla evlenecek değildi ya! Okuldan ve belki de Ankara’dan bir kızla evlenirdi. Hatta annesi bizim köye atanan öğretmen kıza bile talip olmuştu da muhtar eşi olan annemden aracı olmasını istemişti. Aradaki yaş farkına rağmen. Annem tabii ki öğretmen hanıma söylemedi. Bense günlerce ağladım. Aslında bu bana bir mesajdı, “Oğlumuza seni almayacağız!” Yusuf okulu bitirince babasına benimle evlenmek istediğini söyledi. O da babama… Babam beni çağırıp rızalığım olup olmadığını sorduğunda utancımdan bayılacaktım. Belki de sevincimden. Yusuf bakanlıkta memur olmuştu, bense Ankara’ya gelin gitmiştim. Sevinçten işin ciddiyetini anlayamamıştım. Ta ki o 7-8 katlı apartmanları görene kadar. Başım dönmüştü apartmanın çatısını göreceğim diye. Demetevler diye bir semt. Evler adındaki gibi demet demet değildi, dip dibe 7-8 katlı, gulyabani gibi binalarla dolu bir yerdi burası. Köyden gelen bir genç kız için son derece korkutucuydu. Yusuf çok çalışıyordu, ben ise hamileydim. Ve yeni nesilin deyimiyle aşırı yalnız… Bir kere evin dış kapısının karanlığa apartmanın içine açılması ve hep kilitli kalması beni çok bunaltıyordu. Evin kapısı hayata, gün ışığına açılmalıydı ve yalnızca akşamları yatarken kapatılırdı, kilitlemek ne demek!
Pazar alışverişini artık tek başıma yapabiliyordum. O öz güven gelmişti. Fakat her evden çıkışta geri bulabilecek miyim korkumu hatırlıyorum. Köyden bir anda büyük şehre hatta başkente gelmenin etkisi vardı ve ben hâlâ çocuktum. 18-19 yaş dediğin nedir ki! Anneme mektuplar yazıyordum, arada bir de Yusufla PTT’ye gidip telefon açıyorduk. İlçedeki dayımın bakkalına. Annemler, kayınvalidemler, o anda bakkalda kim varsa, Çitlilerin Hasan emmi ya da Dilli Hatçe teyze bile oradaysa konuşuyorduk. Bir avuç dolusu jetonla girerdik kulübeye. Telefonla görüştükten sonra mutluluktan uçardım sanki. Dönüşte bir pastaneye girer alman pastası yer, limonata içerdik. Yusuf ile hafta sonları Kızılay’a ya da Ulus’a Gençlik Parkın’a da giderdik. O günler benim için muazzam güzeldi. Sonra çocuklar oldu, Yusuf’un işleri daha çok arttı. Benim memleketlilerden oluşan bir çevrem oluştu. Komşular, memur eşleri derken herkesin bir kendi hayatı oldu. Bana ilk kez, “Okusaydın Tansu Çiller olurdun.” diyen komşumuz Emine Teyze olmuştu. O zaman kızlarım için söz vermiştim kendime, ne olursa olsun okutacağım onları. Hep söyledim de, “Sizden istediğim tek şey var okuyun. Ben evin işlerini de, yemek de yaparım… Siz yeter ki okuyun.” Konu komşu şikayetlenirdi kızlarından, bir kez bile söylenmedim. Sağ olsunlar öyle sorunlu çocuklar da değillerdi. Hatta ders çalışırlarken onlara ne götüreceğimi, ne yapacağımı şaşırırdım. Kitap ellerine uyuyakaldıklarında gözlerim dolu dolu seyrederdim onları. Oğlan doğduktan sonra kayınvalidem ve görümcelerim çok mutlu oldular. Kayın pederim koç kestirdi. Yusuf ise bunlara çok sinirlendi, “Kızlarla oğlan arasında ne fark var! Bırakın şu cehaleti…” dedi durdu. Kayınvalidem oğlunun böyle düşünmesine çok içerliyordu, büyükşehir oğlunu bozmuştu ona göre. Zaten Yusuf’un bana ismimle hitap etmesi köyde tuhaf karşılanıyordu. Eşler birbirine özellikle büyüklerinin yanında isimleriyle hitap edemezdi çünkü. Ne zaman ki hacca giderler işte o zaman rahat ederler, hacı der kurtulurlardı. Çünkü, ismini söyleyemediği eşine şöyle saçma sapan nidalarla bağıran insanlar duyardık, “ha, hu, çocuklaaar, heey”. Çocuklar oldu bitti dalga geçer bu durumla. Yani bir adamın karısına seslenirken ya da birine eşiyle ilgili bir şey anlatırken, “İşte bizim çocuklar da…” diye söz etmesi bence de trajikomik. O yüzden Yusuf’un bana “içişleri bakanı” demesi büyük bir devrimdi. Aileyle ilgili, hatta kendisiyle ilgili bir karar alacağında bana danışması da…
Yusuf, bakanlıkta müdür olduktan sonra katılması gereken eşli iş toplantıları, yemekler olurdu. Beni de götürmek istediğinde evde küçük çaplı kiriz yaşanırdı. Gitmek istemezdim çünkü. Bakanlıkta çalışan şık giyimli, bakımlı kadınların arasında ev kadını tipimle durmaktan utanıyordum. Yusuf ise, “Biz ne isek oyuz!” derdi. Mesele sadece giysim, tipim değil, eğitimsizliğimdi de… O zamansa çok sinirlenir, hatta üzülürdü. “Fırsat verildi de sen mi okumadın. Hatta sen 4 üniversite mezunusun. Çocukları ve beni okuttun, diplomalarımız senin.” derdi. Çok onur verici sözlerdi bunlar en az “İçişleri Bakanı” titrim kadar. Benim oğlan bu kelimeyi kullandığımı duysa, “oooooooo” diye bağırıp elleriyle tempo tutar, “Veeeee Nimet Hanımdan plaza cümleleri!” diye bağırırdı. Kızlarım sayesinde bu yeni nesil kavramlarını ve kültürlerini öğreniyorum. Yusuf haklı, çocuklar büyüyüp, görgülendikçe ben de büyüyor, görgüleniyordum. Kızlarla hamburger yemeye, sinemaya hatta İstanbul’a boğaz turu yapmaya gidiyordum. İlk sevgililer günü hediyemizi onlar almıştı. 5 yıl öncesine kadar her sevgililer gününde babalarını da beni de arıyorlardı, boş geçmeyelim diye. Mutlu bir çocukluk geçirdiler, sayelerinde ben de mutlu bir gençlik geçirdim. Oğlan da liseye başlayınca, ben daha 40’larımın ortasındaydım, kurslara gitmeye başladım. Kitap söyleşileri, bazı vakıfların özel toplantılarını takip ediyordum. Yoğun ve aktif bir sosyal hayatım vardı. Kızlar sık sık iş seyahatine gidence torunlar da bana kalıyordu. Onların okulları, aktiviteleri derken Yusuf ehliyet almam gerektiğini söylerdi, “O kadar da değil, İç İşleri Bakanı araba mı kullanır, şoförüm ne güne duruyor?” derdim. Trafiğe çıkmak fikri korkuturdu çünkü. Köye ev yaptırmıştık, oğlan da evlenirse bayramlarda, tatillerde köyde toplanırız, torunlarla vakit geçiririz diye hayal ediyorduk. Evimizde geçirdiğimiz ilk yazda, temmuzun ortasında çocukların hayatları alt üst oldu. Dolayısıyla bizim emeklilik saadetimiz de yarım kaldı.
Emek emek kurduğumuz hayatımız darmaduman oldu. Çocuklar görevden alındı, incir çekirdeğini doldurmayacak saçma gerekçelerle tutuklandılar. Yani anlayacağın İçişleri Bakanı iken, evlat harabeleri arasında mekik dokuyan Nene Hatun oldum. İşte böyle kızım şu koca duvarların ardına iki kızım var. Birkaç otobüs ötede torunlarım, emekli bakanlık müfettişi kocam, köydeki eve kapattı kendisini. Oğlan ise görevden atıldığı için hiçbir yerde iş bulamıyor evde iki seksen kanepede yatıyor, elinde telefon. Küçük kız nerede bilmiyorum. Ablaları gibi şu dört duvar arasına girmemek için gitti. Haber alamıyorum.
Bense gençlik döneminde katledilen bu toplumun çekirdek yapısının, ailenin görevden ihraç edilmiş İçişleri Bakanı olarak ömrünün sonunu çileyle geçiriyorum. Anasından emdiği burnundan getirilen Nimet’im. Aaaa bu gelen 133 E, benim otobüsüm. Hadi Allahaısmarladık evladım. Gelecek ayki görüş gününde belki gene karşılaşırız. Annene selam söyle.
Hikaye: Gülizar Baki
Ve diyordu ki: “Siz hiç öldünüz mü?
Ben öldüm, bir kere…Kronik gazetecilikten öldüm, yazarak yeniden doğuyorum…
Annem kitaplar, babam yaralarım…”