Metaverse
Hikaye: Hatice Can
Fotoğraf: Bradley Hook
Bu günler de herkesin dilinde ‘Metaverse’ kelimesi. Oturduğumuz yerden artık istediğimiz yere gidebileceğimizden, oradaymış gibi ortamı hissedebileceğimizden bahsediliyor. Teknolojiden anladığımı söyleyemem ama konuşulanlar oldukça dikkat çekici. Eğer gerçekleşirse insanlara çok harika bir deneyim imkânı sunacağı da muhakkak. Fakat henüz sadece söylenti olan bu deneyimi bekleyecek sabrım yok sanırım. O yüzden kendi ‘Metaverse’ deneyimimi kendi imkânlarımla yaşamaya karar verdim.
Planladığım yolculuk için küçük bir fizibilite çalışması yaptım önce. Zihnimde bir plan hazırladım. Şu an evimin en huzur bulduğum, her daim aydınlık küçük odasında oturuyorum, yavaş yavaş bedenimi hayalimdeki başlangıç noktasına doğru bir yolculuğa çıkarıyorum.
İşte, Kanaat Lokantası’nın önündeyim, ağır adımlarla yürümeye başlıyorum. İki yanı küçük dükkânlarla sıralı dar bir sokaktan ilerliyorum, tadını çıkara çıkara. Sağda yufkacı dükkânı, tezgâhında kocaman açılmış yufkalar, içerde yüzünün çizgilerine elinin emeği karışmış, ağarmış saçlarına aldırmadan çalışmaya devam eden usta.
Biraz ileride camının önüne çeşit çeşit telefonlar dizilmiş telefoncu. Dükkân sahibi elinde tuşlu bir Nokia telefon, yılan oyununu gösteriyor müşteriye. Müşteri şaşkın. Nasıl küçücük aletin içine bu kadar şey sığdırmışlar aklı almıyor. Telefoncu ballandıra ballandıra anlatıyor, “Bu daha ne ki birader, yakında dünyanın bir ucundaki birini aradığında kendi telefonunda onu göreceksin.” “ Yok daha neler! ” deyip elindekinden memnun ayrılıyor oradan adam.
Diğer dükkânlar net değil hatıramda o yüzden camları puslu. Sokağın sonunda, sağdan yukarı mahalleye doğru çıkan taş merdiven. Şöyle bir başımı uzatıyorum, yokuş yukarı sıra sıra evler . Balkonlarından gözüken manzarayı düşündükçe neden bir defa bile bu merdivenden çıkmadığıma, deniz kokulu sokaklarında yürümediğime hayıflanıyorum.
Birkaç adım ileride caminin arka giriş kapısı karşılıyor beni. Hafifçe başımı eğerek giriyorum oysaki çok da alçak olmayan bir kapı. Sanırım girdiğimiz yere saygımızın ifadesi olarak yaptığımız, sonrasında da alışkanlık kesb ettiğimiz bir davranış şekli. Hafızamda kaldığı haliyle giriyorum. Girer girmez bir huzur rüzgarı yüzüme değiyor, sol yanımda bir ürperti hissediyorum. Caminin yanındaki mezarlık duvarını takip ederek ilerlerken solumda çınar ağaçlarının gölgesi yolculuğuma eşlik ediyor. Biraz ilerleyip köşeyi döndüğümde caminin tarih kokan avlusuyla ve hemen avlunun göbeğindeki şadırvanla göz göze geliyorum. Bu nasıl bir saadet! Üsküdar semtinin en güzel noktasındayız şu an. Bir adım atıp Mihrimah Sultan Cami’nin huzur iklimine girebileceğimiz gibi bir adım atıp İstanbul’un en güzel silüetiyle de buluşabiliriz.
Ben sanırım yılların özlemiyle şadırvana uğramadan önce hemen solda üçüncü Ahmet Çeşmesi’ne ve meydana inen taş merdivenin bitişiğinde yine taşlarla örülü tarihi avlu duvarına yaslanıp İstanbul manzarasından biraz içime çekeceğim. İşte hemen önümde; tarihi çeşme, karşısında vapur iskelesi, ikisinin arasında yoğun bir trafiğe sahip Beylerbeyi’nden gelenleri, Bağlarbaşı Doğancılar yokuşlarına bağlayan cadde…
Bu caddeler trafiğiyle İstanbulluların en büyük imtihanı ki, ben şu anda buna zerre miktar takılmıyorum. Biraz eğildiğimde solda otobüslerin son durağı. Kırmızı renkli, körüklü, körüksüz belediye otobüsleri alanı doldurmuş, aralarda tek tük halk otobüsleri. Binmesi gereken otobüsün durağını arayanlar, kalkmak üzere olan otobüse yetişmeye çalışanlar, tam bir hayat gailesi. Otobüs peronlarının arasında bir yerlere yetişmeye çalışan genç bir kız görüyorum. Bir gün İstanbul’dan sürgün edileceğinden habersiz 14 F otobüsüne binen kendime şefkatle bakıyorum. Şimdi otobüs durakları oradan kaldırılmış diyorlar, meydan çok değişmiş. Ama ben bıraktığım gibi hatırlıyorum her şeyi.
Hatta İstanbul’un en çok kıymetini bildiğim tam bir Üsküdar aşığı olduğum üniversite yıllarımdaki gibi…
Caddeden, otobüs duraklarından, vapur iskelesinden bakışlarımı sıyırıp usulca kaldırıyorum başımı. Karşımda İstanbul’u İstanbul yapan deniz ve boğaz, dünyanın en enfes manzarası üzerine kondurulmuş camiler, evler, tarihî binalar, alçalıp yükselen tepeler ve deniz. Vapur yeni kalkmış iskeleden, usulca süzülüyor mavi bir derinlikte. Üst katta güvertede el ele denizi seyreden sevgililer, martılara simit atmaya çalışan bir anne çocuk, oturdukları yerde dünyanın en kıymetli manzarasını kaçırdıklarının farkına varmadan konuşmaya dalmış kadınlar, erkekler. Bağırsam duyarlar mı sesimi? “Kıymetini bilin bu güzel şehrin” diye seslensem anlarlar mı İstanbul hasretini!
“Sadece insanlar özlenilmez; sıradan bir sokak, bir cami avlusu, vapurda çay simit, yürürken burnuna gelen deniz kokusu, yüzünü okşayan meltem de özlenilir. Onlara da sıkı sıkı sarılın.” desem! Beyhude biliyorum. Sınanmadan bazı imtihanların şiddeti, kaybedilmeden de bazı şehirlerin değeri bilinmiyormuş. Ve ben bunlara vâkıf olmuş kendi ömrünün bilgesi olarak gözlerimde dünden başka bir bilgelikle süzüyorum denizi ve boğazı. İstemsiz yutkunuyorum boğazımda kalan son altı yılımı…
Usulca şadırvana doğru ilerliyorum. Bir cami avlusunda abdest almanın ferahlığını yaşıyorum. Şadırvanın hemen karşısındaki oyulmuş mermerden dev bir sütun içine yerleştirilmiş taç kapısına doğru ilerliyorum. Her zamanki gibi açık, ahşap kapının üstündeki kalın brandayı kaldırıp arasından geçebilmek için bir hayli zorlanıyorum. İşte oradayım artık, yıllarca her fırsat bulduğumda sığındığım manevi limanımda.
Solda sütrenin arkasında kalan bayanlar bölümüne gitmiyorum bu defa madem görünmezim keyfini çıkarayım. Girişteki taç kapıyla aynı mimari özelliklere sahip mermer mihrabın hemen önüne oturuyorum. Kubbenin genişliği kalbimin darlığına merhem oluyor adeta. Ferahlıyorum. Yıllarca omuzlarıma yük biriktirdiklerim gözlerimden dışarı fışkırıyor.
Kendimi biraz toparladığımda bana en iyi gelen şeyi yapıyorum; gariplerin sahibiyle konuşuyorum uzun uzun. Ne biriktirdiysem içimde hepsini tek tek anlatıyorum. Ben, gözyaşlarım ve O… Sanki şu an Üsküdar’da bu koca caminin içinde sadece biz varız. Zaman genişliyor adeta o uzun aylar ve yıllar şu kısacık ana sığıyor. Anlattıkça içimdeki yangın bir nebze hafifliyor. Dönüş vaktinin geldiğini hissediyorum. Gözlerimi son bir kez bu muhteşem caminin içerisinde gezdirip yavaşça kapatıyorum. Hafifçe aralarken göz kapaklarımı mihrap yerine küçük ahşap penceremle karşılaşıyorum bu defa.
Evimdeyim, seccadem sırılsıklam olmuş, ama hafiflemişim. Ufak da olsa hasret dağımdan bir taş eksilmiş.
Kendi kendime söyleniyorum: “İyi geldi bana bu Metaverse. En kısa zamanda yeniden yapmalıyım.”
Hikaye: Hatice Can