Önce Hayatımız Hayati, Selçuk!

Önce Hayatımız Hayati, Selçuk!

Mektup: Sevde Budakçı

 

Merhaba! Selçuk Baran nasılsınız? Size, “sen” demek isterim. Aslında kendimden biliyorum, henüz tanımadığınız insanlara; senli, benli olmayı pek sevmezsiniz. Ama yazı dili bu kadar resmiyeti makul karşılamaz. Okur sıkılmasın, beni mazur görün, lütfen…

Umarım gittiğin yerde yerin rahattır. Şimdi seninle Ankara’da, Karanfil Sokağı’nda oturup iki çay içip; kırgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi konuşmak vardı… 

“Kızım beni görmedin bile!” dediğini duyar gibiyim. Hiç önemli değil. Neden bu kadar yıl sonra bana bunları yazmak istedin dersen, sana bir cümle hediye etmek geldi içimden:

 “Önce hayatımız hayati’ydi…”

Biliyor musun? Ben sizin kuşağın geleneğini bozdum. Hem de doğmadan…

Sandık sandıklar içinde, lekeli keten örtüler dürülüyken kalbimin içinde, duygularım kendi içinde oynaşırken, gelen giden hiç olmaz iken, bir çocuk daha annesinin  rahmine yeni düşmüşken, bir kadın daha duygularını korkudan saklarken… Sandık içinde pireler bile kendi içinde halay çekerken benim hayatım şekillenmişti. 

 Ve o zamanlarda da benim hayatım hayati’ydi… Düşünebiliyor musun bu nesil daha anne karnında hayatının mühim olduğunu bilerek geliyor.

Ve dahası bu gelenek anneannemden anneme, zira ardından da bana geçmemiş! Bu geleneği bozan, bittabi ben oldum. Eski kadınlara kalsa; o sandık içinde gömülmeyi, susmayı konuşmamayı, silik olmayı ben de seçecektim. Seçmedim!

Sahi, Selçuk Baran, sen neden kadın olmanın getirdiği bazı yenilginlikleri  yer yer kabul ettin? Neden, alıp başını gitmek istediğinde, koltukların yerini değiştirmekle yetindin?

Gitmeliydin birçokları gibi… Koltukların canı cehenneme! Sandıklar içindeki gizli kalmış duyguları yiyen pirelerinde.

Oysa, sen çok mühimdin…

Aramızda tahmini bir 60 yıl var. Ama ortak bir yanımız varsa o da balık kadını olmamız. Sanırım beni sende çeken ilk şey bu oldu. Tam bir balık kadınısın… Dıştan güçlü, yer yer kırılgan, içerden mütemadiyen üzgün…

Yazamadığımız zaman, yaşamadığımızı fark ediyoruz değil mi? Öyle demiştin. Madem öyle neden vazgeçtin yazmaktan? Daha doğrusu neden vazgeçtin, yaşamaktan? Okuruna yakın olmadığını düşünmüşsün, sana biraz kırıldım. Oysa beni tanımadın bile. 2010 yılında ben sana yakın olmayı başardım çünkü.  Hem de yanı başında bir yakınlık. Bakma TDK’nın bu komik ayrımına, ciddi söylüyorum.

Çok nedenlerim, sorularım var sana… Ama güzel bir haberim de var. Orhan Pamuk’un, ‘’Cevdet Bey ve Oğulları’’ kitabıyla baş başa gittiğin yarışmada, jürinin hakkını yediğini, bir Selim İleri söylemişti ya… Şimdi çoğu kişi bunu böyle düşünüyor. Belki sesimiz çok çıkarsa, hakkın yerine bile gelebilir. Yıllar sonra(!) Ne dersin?

Artık sesimiz daha gür çıkıyor!

Ne yapalım bizim de ülkemiz böyle. Hakkını almak için ya yıllar geçecek, ya da öleceksin. Başka türlüsü çok güç, zor…

Ankara’nın kırgın karanfili!

Üzüleceksin biliyorum. Ama bir balık kadını her koşulda gerçekleri bilmek ister. Maalesef  hâlâ kaliteli eserler bir kenarda, sessiz sakin keşfedilmeyi bekliyor. Çünkü senin gibi onlar da sahte ve yapay değil. Tamamen organikler. 

Popüler edebiyat ise aldı başını gitti. Yapaylığı yedikçe bedenleri genişledi. Ama onlar bu genişliğin içine hapsolmayı öyle çok sevdiler ki… 60’ların getirdiği edebiyatın çıplaklığını, anadan doğmalığını kaybettiler. Ben ise hâlâ o çıplaklığı, ve edebiyatın bütünleştirici gücünü seviyorum…

Geçenlerde bir dostum seni erkek sandı. Çok üzüldüm. ‘’Boşver üzülme! Ben de buna çok alışkınım.’’ diyorsun elbet. Ama alışma Baran’cığım. Ben bu oyunu da bozacağım. Hem bana seni neden böyle sevdiğimi sordu.

Seni neden mi seviyorum?

Yahu bir kere Türkiye’de, Selçuk Baran naifliği ve kırılganlığı diye bir şey var. Yarım kalmış bir öykün mü var, Selçuk Baran kitapları oku. Orada tamamlandığını hissedeceksin. Sait Faik izlerini taşıyan bu kadın, yorgun düşmüş biz insanların iç çatışmalarını öyle güzel ele alır ki… Hem kuşları sever, ‘’kuş deyip geçme’’ der. Bizim Müjgan abla var ya, he onun cemiyetinden o da işte, dedim.

İyi demişim değil mi? 

Lakin sen, o sloganlaşmış söz gibi… “İntihar etmeyeceksek içelim bari” dedin kanımca.

Hani sana iyi geldiğini bilsem, tamam diyeceğim. İyi gelseydi bu hayattan koparmazdı seni… Keşke o gece çok içmeseydin! Mideni delecek kadar vermeseydin kendini içkiye. 7 yaşındaydım bilemedim. Ama beni arasaydın. Masumluğun sana iyi gelseydi. Elini tutsaydım; “Selçuk Baran beni biraz beklesen ya!”  deseydim sana…

‘Bir Solgun Adam’ romanında, ‘’Ben önemsiz, herhangi bir insanım.’’ cümlen kadar yaralayıcı şu hayat. Hediyemi unutma… Ne olursa olsun, bu dünyayı umursadığını biliyorum. Böyle bir incelikler ustası, umursamaz olamaz çünkü…

Son olarak geçen gün radyoda, Çetin Erker senden bahsetti: “Sanırım kalbi kırık aramızdan ayrılanlardan…’’ dedi. Evet bugün hepimizin kalbi kırık Selçuk Baran. Kalbim kırık. Seni tanımayan meslektaşlarıma özellikle…

Yazılarında edebiyatın gereğini yapıp, duygularıma yön verip, canıma okuduğun için teşekkür ederim.

İyi uyu.

Işıklarla uyu…

Ve unutma! 

Senin de hayatın hayati’ydi bir zamanlar…

 

Mektup: Sevde Budakçı

Aşk ruleti şiirinde; “kafa dağınıklığının cinnet halidir şiir” der ve savunur. Yer yer asabi, eleştirel okur, yazar kimliğiyle; on altı yıldır kelime bavulunda, kuşlarla birlikte yolculukta.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi