Profildeki Diana

Profildeki Diana

Hikaye: Tuba Sina Aydın

 

 

“Ben seni sevduğumi da dünyalara bildirdum

  Endirdun kaşlaruni, babani, babani mi eldurdum?

En dereye dereye da al dereden taşlari

Geçti bizden sevdaluk, al cebum, al cebumdan saçlari….”

İki ayda yüzlerce kez  dinledim bu şarkıyı. Artık duyduğum her  erkek sesi Kazım Koyuncu oldu bana. İlhan’ın sesine de bir o kadar yakın olunca. Tıpkı şarkıda olduğu gibi sevda derelerimin derisini sıyıran taşları bir güzel topladım. Ah benim şarj aleti koleksiyonum, İnstagram hesabım, Twitter’ım  siz yok musunuz  siz! Seksen bir ilin hangi birinden,  hangi rüzgarla bulup getirdiniz İlhan’ımı bana? Oysa limanım sakindi. İçine kapanık, düşünceliydi. Şimdi ise; Taksim  kargaşasını, Amazon kuytuluğunu, Rio renklerini ve  Mona Lisa’nın hislerle dolu gözaltı morluklarını taşıyorum. Her acım, olaylara bakış açım elbette ki değişmez ama fon müziğim var artık. Tozpembenin porsiyonu bende fazlaca büyüdü.  Abimin epilepsi nöbetleri geçirdiği zorlu vakitlerde  dahi başka alemlerde, İlhan coğrafyasındayım.

Bu şarkıya bu kadar bağlanıp da, telefonun şarjını hunharca sömürmemin sebebi elbette ki iki ay öncesine dayanıyor. Onunla buluştuğumuz Çınaraltı Çay Bahçesi’ne. Allah’ım nasıl bir çılgınlıktı? Nasıl gitmiştim, nasıl kabul etmiştim tanışma teklifini? Hem de bu kızıl kıyametin ortasında. Annemin işten dönüşü, babamın kapalı görüşü,  abime yazılan uzman görüşü,  kardeşim için gönderilen 400 TL’lık 23 Nisan kıyafetlerinin hatırlatması  falan derken… Olacak iş mi Allah aşkına bu kadar şeyin arasında? Ama işte ….

O gün öğle vakti bir de baktım ki elim ayağım titreyerek elimdeki kurşun kalemi bir anda kırmışım. Ardından çalışma lambamı söndürmüştüm.  Üç dakika içerisinde tekrar yaktım. Bir iki karın ağrısı olmuştu. Sonrasında kollarımı yukarı kaldırıp esnettim. Kendim de “Uykum geliyor” pozisyonunda esnemeye başladım. İçimdeki annesinin sözünden çıkmayan Melike’yi beş dakika sonra uyuttum. O mışıl mışıl uyuyadursun;  masamdaki   avukatlık staj dosyasının bir iki sayfasına fosforlu kalemle dil çıkarma emojisi çizdim. Öğleden sonra da dayanamayıp gittim. Böylelikle İlhan’la ilk  buluşmamıza start verdim.

Hedefte Çınaraltı Çay Bahçesi vardı.  Ben burayı açıldığından beri bilirdim. Dersaneye giderken kankilerimle  soru çözmek için az mı gelmiştim buraya. En başta söylemek gerekirse burası çınar kokusu arayanların yeri asla değildi. Çünkü insan  tam,  lirik akıntıya kapılayım isterken; bir anda yan taraftaki Beyzade Kebap’tan gelen acılı adana dürümlerinin  kokusuyla tokatlanıveriyordu. Kebapçının susmayan  hoparlöründen Ankara Havası da arkadan yetişince, varın gerisini siz düşünün. Oraya aç gitmemek gerekirdi de işte acemilikten  insan bunları düşünemiyor. Evden çıkmadan evvel kafam bir milyondu. Saçlarımın maşası, aynadaki jest-mimik çalışmalarım ağzıma bir iki lokma atmak için zaman bırakmadı. Ha bir de utanmadan en kazığını aldığım cilt bakım setlerinin bitmeyen dakikalarından da bahsetsem iyi olacak. Michelle Pfeiffer gibi ışıldatacağına,  çillerimi kapatacağına inancım sonsuzdu ama  yüzüme yapışan suçluluk ifadesini anlatmaya kelimeler dahi bulamıyordum. Çay bahçelerinde, anne ve babasından gizlice, bilmediği erkeklerle buluşan Melike’yi bu yaşına kadar hiç kimse ne görmüştü ne de duymuştu.

Kafenin kapısına geldiğimde, İlhan’ı  koca çınarın asfalta bakan yüzünde en sağdan üçüncü masada oturmuş olarak buldum. Tam söylediği gibi üzerinde Lacoste tişört vardı. Rengi pembe. Pembe sevdiğim renkti de, erkekte ne alakaydı? Omuzlarım çöktü, biraz da canım sıkıldı. Aklıma lisedeyken kankime söylediğim söz geldi:

– Niye özeniyorlar ki Barby’ye, Sindy’ye? Çok saçma ben asla kendini prenses sanan bir adama aşık olmam.

İşte büyük lokma ye, büyük söz konuşma demişler. Pembe Lacoste ve düşük bel kotun bendeki hayal kırıklığında “Selam” dedim, oturdum. Aradan üç, dört, beş dakika geçti.  “Gözbebeklerimiz çarpışıp yağmur getirecek, sonra da dakikalarca bakışacağız.” dediğimiz ‘an’ vardır ya,   o an bir türlü gelmek bilmedi. İşte o esnada içimdeki kuruntulu Melike  almıştı eline mikrofonu:

-İyi de  neden güneş gözlüğünü çıkarmıyorsun be adam? Şaşı mısın, ela mısın? Kimin burnundan düştün? Tarık Akan’ın mı yoksa İlyas Salman’ın mı?

İçimdeki Melike’ler kıkırdaşırken, fısır fısır bir dizi dedikodu yaparlarken aklıma küçükken Erhan Güleryüz’ün siyah gözlüklü kliplerini seyrettiğim günler geldi. O zamanlar o gözlüklere yapmadığım yorum yoktu. Al bak işte, şimdi yine aynısı!

Can sıkıntısıyla parmaklarım çantamın fermuarını açtı, kapattı. Ardından içimde fokur fokur kaynayan Melike’nin  sesini duydum:

-Ah be İlhan!Bir kerecik olsun bari gözünü göreydim.

Evet içimdeki bu Melike sonuna kadar haklıydı. Zira yaklaşık dört- dört buçuk aydır  sesli konuşma ve de yazışmalarla neredeyse tüm akrep ve yelkovanlarımı parselleyen  bu adamın bir kez olsun görüntüsünü görmemiştim ki. Sosyal medyadaki  profillerine dahi fotoğrafını koymamıştı. Merakımdan çatlasam da  ayıp olmasın diye soramadım tabii,

“Neden fotoğraf koymuyorsun?” diye.

İlhan’la yazışmalara başlamamızın üzerinden bir ay geçmişti ki  artık onun mesajlarını görmeyince nefes alamadığımı fark etmiştim. Ah bir de yüzünü göreydim!  Merakımdan çatlıyordum. Mahalle hatunlarının  pencerenin dibine sokulup konu komşuyu dinlemesi gibi gözümü kapatıp İlhan’ın gizemli profil pencerelerini dinliyordum. Ne zaman çözülürdü bu gizem? Kendi kendimi yiyip bitiriyordum.

İlhan’ın İnstagram hesabının profilinde  Everest tepesi, Twitter profilinde Van Gogh, Whatsapp’ın da da İstanbul boğaz köprüsünün resmi vardı. O, bu çeşit çeşit profil resimlerini kullanırken, benim ise bütün profillerimde sadece Prenses Diana vardı. Bu arada, o kadar fotoğraf ahkamı kesmişken benim de ondan farklı olmadığım kesinlikle bir gerçekti.  Bu ürkekliğim için Daina’yı sanırım kurtarıcı görmüştüm. Ne bileyim işte, Diana’yı Türkçe’sinden  ‘Dayan’a diye okuyoruz ya hani. Sanırım “Dayanmaya, direnmeye çalışıyorum” babında bu resmi profilimde kulllanıyordum. İlhan o zamanlar profilime bakıp bakıp İngiliz kraliyet ailesine dair pratik ve teorikte ne biliyorsa yazardı bana. Bunları okudukça ilk zaman onun sadece dış politika uzmanı olduğunu zannetmiştim. Yok hayır daha da fazlası varmış. Meğer adam tam bir Heredot’muş, tarihi bir elma ısırığından  başlatıp buralara kadar getirebilenlerden. Sonraları İlhan’ın Heredot’la da sınırlı kalmadığını; “Allah ömrünü uzun, neşesini bol etsin.” dediğim GOOGLE’ın insanlaşmış hali olduğunu keşfettim. Mesela, Lar-ler, De- Da eklerini cümle içinde bastırarak söylersem “Behçet Necatigil’in şiirleri gibisin” derdi. “Tarak elimden düştü” dediysem  Newton’a çatmıştım ve fizikin A’sından Z’sine kadar kurtuluşum yoktu. “İlaçlarımı içiyorum”un  yan etkilerinin demeci ise  saatlerce sürebilirdi.  

“Peki insan dört-dört buçuk ayda nasıl bu kadar çabuk, bir adama ‘tutulma’ MR’ını kabul eder?” diye sorabilir her akl-ı selim,  benim gibi aklı bir karış havadakine. Üstelik  ODTÜ mezunu olsa da o an süregelen bir işi olmadığını,  ilaveten kendimden on altı yaş büyük olduğunu öğrendiğim hâlde. Yok şimdi hiç sırası değil; ya davulcuya, ya zurnacıya muhabbetine girmenin. Beni benden aldı işte. Bu kadar basit. İnsan elbette ki eskinin Meydan Larousse Ansiklopedisi’ne, yeninin Google’ına aşık olmaz. Bendeki bu İlhan sayıklamaları sadece bir tweet hikayesi. E şimdi  elli  bin takipçisi olan adamın  boş ve gereksiz olduğuna kim inanabilir ki? Yazıştık yazıştık, sabahlara kadar. Hani profilimdeki Daina muhabbetimiz vardı  ya, önceleri çaktırmamaya çalıştı ama dördüncü aya doğru açık açık bana, bu çilli Melike’ye, “Prensesim!”hitaplarını bu kulaklar duyar olmuştu. İşte o sıralar içimdeki Melike’lerin nasıl kıkırdaştığını,  ellerinde tahta kaşıklarla nasıl  oynaştıklarını bir bilseniz. Aslında  biliyordum, internetten  evliliklerin çoğu sabun köpüğündendi. Koskoca hukuk fakültesi bitirmişim, bunların  mahkemelerde nasıl da küle döndüğünü gözlerimle görmüştüm görmesine de  gelin bunu benim gönlüme anlatın. Ne vardı da böyle bağlanmıştım bu adama?  Ne inancı hakkında fikir sahibi oldum, ne de siyasi görüşü. Bir şey var ki onla Whatsapp üzerinden konuşurken kendimi hep; edebiyat romanlarındaki yalılara, konaklara yolculukta bulurdum. Yavuz Bülent Bakiler Türkçesi’ydi duyduklarım. Benim gibi Anadolu kültürü olan bir aileden gelmediğine emindim. Sanki  Fransız mürebbiyelerin elinde, Beykoz’da bir malikanede  büyümüş adamın hayalini büyütüyordum her gün. Bence kesinlikle, Robert Koleji ya da onun akrabası okullardan mezundu ve de muhtemelen İdil Biret’in Paris’teki  Gaveau Salonu’nda vereceği piyano resitaline gitme planları yaptığı sıralarda tesadüfen  tanışıvermiştik… Böylesi türlü senaryoların balonlarında; seksen günde  devri alemdeydim. Bilemiyorum farklı dünyaların mı insanıydık?   Her ne olursa olsun bir dünya evini paylaşabilecek  kıvamda mıydık? Benim ailem yer sofrası kurulmayan, atmış yaşın dahi doğum günü partisinin kutlandığı kıvamı kaldırır mıydı? Onun ailesi bir terörist(!) kızını kabul eder miydi?  

Şu da var ki  bana ailesini anlatmadığı gibi, benimkileri de hiç sormadı. Aslında  fırsat bulsam abimin hastalıklarından bahsetmek istiyordum, tabii annemi babamı karıştırmadan. Sanki ne kadar saklayacaktım ki.  Hadi boşverin,  koca çınarın gölgesine devam.

 İşte o şarkı çalıyordu.  Çayın gelişine yakın Kazım Koyuncu sesi ortama verildi. Bendeki dikkat kesilme haline o da kayıtsız kalmayıp en sonunda gözlüğünü çıkardı. Muhatabım artık gülümseyen kirli sakallar değil;  artıysam eksi, eksiysem artı, kutbunu  bobinine yerleştiren simsiyah gözlerdi:

-“Bu şarkı, Karadenizli bir arkadaşımı hatırlattı. Hep bu şarkıyı mırıldanırdı tatile gitmeden önce.

Bu cümleyi söyler söylemez gözlerini hafif kısıp, yan tarafımızdaki ıhlamur ağacında sabitledi. Garip, insan arkadaşı tatile gitti diye üzülür mi hiç?

–  E kötü mü geçmiş tatili? Nasıl bi yere gitmiş peki?

  Dudaklarını ısırdı. Cevap verecek gibi durmuyordu ama ısrarlı bakışlarım neticesinde tane tane bir şeyler sıraladı:

– Kötüydü ama şimdi her şey normale döndü. Üstelik kendisinden yaşça küçük bir hanımla evlendi. Çocukları bile oldu.

Son cümleyi göz kırparak söylemişti. Tatil kısmının bilmecesini pek çözebilmiş değildim ama ‘yaşça küçük hanım, çocuk mocuk..’ sözlerini duyunca gözlerim çakmak çakmak oluverdi. İçimdeki Melikeler’den birisi “Yüksek yüksek tepelere” demeye başlamıştı çoktan. Allah’ım ya rabbim, içimin Melikeler’i resmen kapı gıcırtısına ayarlı  hatunlar.

Ardından dondurma, şiir, sanat, burçlarımıza değinelim dedik. Aslına bakarsanız birbirimizi süzmekten pek de bir şey konuşmadık. Ara sıra tüm bahçeyi tarayan  tedirgin bakışlarını fark ediyordum. Ama  sol kulağında sallanıp duran kartal tüyü küpesini seyrederken, kafamda not ettiğim anlık hâlleri uçup gidiyordu. On beş-yirmi dakika ya geçti ya geçmedi, telefonum çaldı. Aman Allah’ım, ben ne kadar aptaldım ya! Babamın o gün, o saat telefonla arayacağı saatti. Tam da sırası. Kızardım, bozardım. İlhan’ın karşısında yerin en dip katmanlarına  girdim. Amatörce bir manevrayla tuvalete koştum hemen. Tuvaletteki o on dakikalık konuşma, babamla  üç sene içindeki  en kötü ikinci telefon görüşüydü. İlkinde de kardeşimin geçirdiği trafik kazasının üzerine aramıştı.

-Kızım uykudan mı uyandın? Sersem sersem konuşuyorsun.

O görüşmede en net hatırladığım cümle  buydu. Ama durumu kurtarmış olmanın gururuyla rahatça geri dönmüştüm masama. Çınaraltı’nda şu an için hiçbir problem yoktu.Yani ben öyle zannettim. Meğer arka masada annemin eski öğretmen arkadaşlarından birisi  oturuyormuş. Ne kadar süredir bizi gözetlediğini Allah bilir. Kadının yanındakilerle birlikte masadan kalkarken, pat diye bana selam vereceği tutmaz mı?

-Melikeciğim, kızım n’apıyorsun nasılsın? Bir ihtiyacınız var mı? Bayağı zaman oldu, gelemedim yanınıza kusura bakma. Şeyden, bizi de şey sanmasınlar diye.  Baban nasıl oldu? Çıktı mı içerden? Vallaha kızım annenin durumuna da çok üzülüyoruz. Bu yaştan sonra da onun bunun evinde temiz..

Gerisini getiremedi. Ürktü. Kustuğunu tekrar yutmuş gibi, bir değişik hallere girdi çünkü  o an kulaklarımdan duman da çıkıyor olabilirdi.  Göz ucuyla İlhan’a baktı. Mırıltı diyeceğim  “Allahaısmarladık”lı tavşan sıçramasıyla  toz oldu. Çabuk toparlayabildim mi, bilmiyordum. Yüzümün rengi neydi acaba? İlhan’a döndüğümde, kirli sakalların arasından parlayan dişlerin gözükmediğini gördüm. Denizde çok oynamış, buzlu, titrek çocuk dudaklarından emanet bir renk yerleşmişti yüzüne. Birkaç dakika geçtikten sonra İlhan garsona seslenince “Olan oldu herhalde.” dedim kendi kendime:

-Hesap lütfen!

-Kalkıyor muyuz?

-Kalkalım.

Bu neydi şimdi? Başıma gelmesinden korktuğum  şey miydi? Ayrılık yani. ‘Terörist(!) kızı olduğum açığa çıkınca kimseler görmeden yanımdan usulca  sıvışması gerekiyordu öyle değil mi?  Madem  öyle,  çantamı omzuma geçirirken  son sözlerimi vurgulu  hazırlasam iyi olacaktı. İlhan’ın vicdanını, şöyle ‘sağlam’ yumruklayacak sözcükleri arayıp bulmam gerekti şimdi :

– Demek buraya kadarmış manolya emojileri. Isırgan otunun emojilerini de bulamayacağına göre artık elveda mı diyelim?

Bu cümleyi söyler söylemez kendisinden beklemediğim atılganlıkla sağ dirseğimi tuttu. 

–  Melike, beni yanlış anladın, başka yere gidiyoruz. Burası çok kalabalık. Daha sakin bir yerde konuşalım, olmaz mı?

Aman Allah’ım! Bunları duyar da gözlerinin içine daha net bakmaz mıydım? Hele bir de avuçlarımı yakalaması.  Yalnız sahile kadar hiç bitmemişti; sağ, sol, ön, arka kafasını döndürüp durması.

Gerisi  Ferhat ‘tan Leyla’ya kadar giden… diyeceğim de;  öylesi  upuzun mitlerle soluğunuzu bir de Kaf Dağları’nda aldırmayayım. Yarım saat içinde,  Küçük Kadınlar’ın  yirmilik Joe’suna, ”Benim olur musun?” diyen kırklardaki yazar beyefendinin  yaşattığı sahnenin aynısı yaşandı Ortaköy sahilinde. Aynı filmlerdeki gibi, Yeşilçam buğusunun ruhlarımıza konup düşmesi gibi. Güneş batımının sol yanında ben, sağ yanında ise dizlerinin üzerine çömelip yüzük kutusunu açmış olan İlhan. Gözlerimden o anda boşananları görmeniz lazımdı. “Elbette, tüm kalbimle!” yi nasıl da haykırarak söylemiştim. Ah o sahilin dili olsaydı da bozuk plak gibi ağzında evirip çevirseydi bu güzelim anları.

Ee bu arada,  İlhan’ın asıl mesleğinin; kapısına kilit vurulan gazetelerden birinde yazarlık olduğunu öğrenmiştim. Ağzından topladığım minimalistik, on beş dakikalık hayat öyküsünden ne bir Fransız mektebi, ne de Beykoz yalıları çıkmıştı. Onu başka dünyanın adamı sanarken, sancımın kaderdaşı olduğunu bu gözlerim okumuştu.

Bu arada…. Bir nazar boncuğu olacak ya, sonrası ensemize sokulan ‘sivil’lerin soluğu:

-“ Sonunda enselendin Murat Yılmaz. Bizimle emniyete geliyorsun!” diyen bir ses işitmiştik.  Karşımızda bir anda görmek istemediğimiz kirli sakal akını vardı. Üç, dört tane jöleli, artist tipler. Hem kartlarını, hem de bellerindeki tabancalarını gösterdiler. Yahu ne vardı kartal tüyü küpe, pembe Lacoste, düşük bel Jean bizi bir gün daha idare ediverseydi. Neyse, afallayıp kaldığımızın klişesi üzerinde çok  durmak istemiyorum.

Benim için İlhan’ın kirli sakalları bir aynaydı. Bakışlarındaki endişe buzullarından gelen esintiler benim de yüzümü soğuk soğuk yumrukluyordu. Ah! Demli çayının buharında İlha(n)m  bulduğum. Nasıl kavuşmuştuk, sonra da oracıkta nasıl ayrılmıştık?

Ama daha bitmedi. Bizde olaylar hiç biter mi?  Şok edici bir şey daha var. Bir duydum ki ,İlhan’ım  babamla aynı koğuşa  düşmüş.  Ah İlhan! Bir de o kadar stresin arasında,  yiyeceği bilmem kaç yılın hesabını düşünmeden, babama  tutmuş demiş ki: “Allah’ın emri peygamberin kavli….”

Bir hoş hikaye işte. O günlerden bu yana onun haftalık görüşlerine gidiyorum. Bırakır mıyım hiç? Babam hiçbir şey anlamadı bu işten.  Annemin dilinde ise son zamanlarda:

-“Sen de git o zaman temizliğe. Hem babana hem damada nasıl yetişecek para?” söylentileri ayyuka.  

Haftada iki-üç tane  mektuplarımız var birbirimize. Bilirsiniz aşk meşk işte. Mektuplarından birinde gözaltı sürecini anlatmış. Güler misin, ağlar mısın?:

Komiser telefonumda  başka bir şey bulamayınca  hep senle olan yazışmalarımıza odaklandı. Defalarca “Profildeki Diana kim?” diye sordu. Habire  okudu  da okudu. Yanındaki yeni yetmeye:

“Ulan  bu teröristlerin aşkları bile X-Large. Benim hanım bu herifin yazdığı şiirleri  görse    sen niye bana böyle yazmıyosun diye bir araba laf eder.”dedi. Sorgunun sonunda sıra  şarkımıza gelince:

-“ Ulan yoksa Kazım Koyuncu da mı sizden? Oğlum Bekir, savcıya haber verelim;  bu Kazım’a da soruşturma açılsın.”dedi.

-”O adam öleli on beş seneyi geçti” falan diye bir şeyler söyledim ama duymadılar herhalde. Tutanağı imzalayıp götürdüler savcıya.

Öyle işte Diana’m! şarkımızın nakaratlarını şimdi yazmayayım, sansür yiyebilirim. Tatilim bitince  sana söz veriyorum, bu şarkıyı hep el ele dinleyeceğiz.

 

Hikaye: Tuba Sina Aydın

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi