Çirkin Şansı

Çirkin Şansı

Hikaye: Gülizar Baki 

Fotoğraf: Leo Arslan 

 

Yaşlı, üzgün, yorgun ama hala çok güzeldi. Cam parlaklığında gök mavisi olan gözleri ıslakken daha bir güzeldi. Gözyaşı değil de kristal taneleri dökülüyordu sanki al yanaklarından. Yazmasını ucuyla yanaklarını ıslatan gözyaşlarını sildi. İçten içe hıçkırıyordu. Kızı sarıldı, “Tutma kendini, ağla ağlayabildiğin kadar.” dedi. Ağladılar… Onun babasıydı, çok seviyordu. Ama annesinin babasına olan sevgisini bir türlü anlayamıyordu, herkes gibi…

Çocukken gizli bir sırrı ifşa etmesini isterlermiş gibi sessizce sorarlardı; “Evde nasıllar?” Çocuktu ama anlardı neden sorduklarını. Evlendikten sonra da hep sorguladı annesi başkasıyla evlenseydi nasıl olurdu? Bunca çileye değer miydi? Ve aşk, nasıl bir şeydi ki bir güzeli bir çirkine meftun edebiliyordu.

Babası çok iyi adamdı, ama kabul ediyordu çok çirkindi. Annesi ise çok güzel. Babası ne kadar kara, yamuk yumuksa annesi o kadar düzgün, biblo gibiydi. Babasının ailesi tuhaf insanlardı. Annesininkiler ise saygın. Babasının dili peltekti, konuştuğunu anlamakta zorlanırdı insanlar. Annesinin ise sesi de kendisi gibi güzeldi. “Zöhre hele bir türkü söylesene!” derdi babası, “Akşam olur, karanlığa kaaalıııırsın…” diye başlardı annesi. Bir dediğini iki etmezdi kocasının. Teyzeleri sinir olurdu bu duruma. Sadece teyzeleri mi herkes! O sebeple uzun süre o da sinir olmuştu. Çünkü tüm güzellikler güzel insanlara layıktı! Güzellik neydi peki? Bir insan, kılı çok diye, saçı – teni kara diye, eli kocaman, boyu küçük diye çirkin mi oluyordu? Ya da renkli gözlü, sarışın olunca güzel… İki kardeşlerdi ve ikisi de babalarına çekmişlerdi. Öğretmenleri annesini görünce şoke oluyordu. Gerçekten annen mi? Çünkü çok güzel bir kadındı, onlarsa bu güzel kadının çocuğu olamayacak kadar… Babasını hiçbiri görmemişti. Babası annesinden başkasına da pek gözükmek istemezdi. Zaten çok çalışırdı. Gurbet dedikleri bir bataklık var, oraya giderdi hep. Aslında gitmesi de iyi olurdu. Anneannesi-teyzeleri o zamanlar gelirdi evlerine. Misafirler de… İlk günler hep babası kötülenir, annesi kocasını savunur, misafirler gidince sabaha kadar ağlanırdı. Sonra bu muhabbet biterdi. Normalleşirdi her şey. Telefon yokken babasıyla annesi mektuplaşırdı. Çiçekli, kalpli, renkli zarflı mektuplar gelirdi babasından. Zöhre’nin gün yanaklarından öperdi, narin kuşunu çok özlediğini yazardı. Bir de kuzucuklarını… Gurbetten köyde hiçbir çocukta olmayan oyuncaklarla gelirdi. Kasabaya döner yemeğe götürürdü bir de… Gurbette lunapark varmış en büyük hayali birgün onları da oraya götürmekmiş. Aslan oğlu büyüsün birlikte gideceklermiş gurbete.

Kardeşi liseyi yatılı okudu sonra da hastanede çalışmaya başladı. Hayatı gurbet oldu yani. Ama babasına hep uzak kaldı. Gonca gülü yani kızı ise eczanede kalfa olarak çalışırken almancı bir müşterinin talip olması üzerine nişanlandı. Zöhre, Mustafa’nın narin kuşu, yalnız kalacaktı. İşte o zaman Mustafa, “çocuklar gitmeden ev yapalım.” dedi. Zöhre, şehirde yaşayan bir akrabalarının eski evinin bir göz odasında kalıyordu. Çocuklarını orada büyütmüştü. Tarla kiralıyor onları ekiyordu. Mustafa yılların birikimiyle köyün en uç noktasından bir arsa aldı. “Buraya ev olmaz.” dedi herkes, zaten çirkin Mustafa beceremezdi! Ev oldu, verandası bahçeye bakan rüya gibi bir ev hem de… Küçük bir ev, küçük bir bahçeydi, ama herkesin ağzı açık kalmıştı. Karısı gibi evi de güzel oldu, şanslı çirkinin. Allah herkese çirkin şansı versin.

Sahiden çirkin Mustafa şanslı mıydı? Evi nasıl yaptığını bir Allah bir de çocuklarıyla Zöhre biliyordu. Sadece ev yaptırmak, çalışmak değildi Mustafa’nın mücadelesi. ‘Herkes’ denen ve insanı diri diri parçalayan güruha karşı da mücadele ediyordu. Şanslı mıydı bilinmez ama çileliydi kesin. Çirkinliğin çilesiydi bu. ‘Herkes’ denen illet, herkes gibi olmayana hayatı zehir ediyordu. Çok güzel olmak ya da çirkin, veya hasta, sakat, yetenekli veya düşkün… Yani ortalamanın altında ya da üstünde olmak büyük bir suçtu! Herkes ise hakimdi, yargılıyor sonra da infaz ediyordu. “Ciğerleri bitmiş.” dediğinde doktor, sağlık teknisyeni oğlu, “Herkes kuruttu babamın ciğerlerini.” dedi. Taş olsa çatlardı zaten o lafa söze karşı, Mustafa’nın ciğerleri ne yapsın! İçten içe yanmış kül olmuş.

Kendi dünyasında mutlu olan bu dört kişi, herkesin içinde suçlu gibiydi. Mustafa çirkinliğinden dolayı, Zöhre güzelliğinden ve Mustafayı seçtiği için, bir de üstüne onunla mutlu olduğu için çok suçluydu. Çocuklara ise suç baba anne mirasıydı. Cezaları herkes içinde mahçup durmak. Zöhre mesela hiç güzel giyinmedi, kızının düğününde bile. Güzellik başa belaydı ona göre çünkü. Hele ki köy yerinde güzel bir kız çocuğu olmak.

Hastane koridorunda, annesi omzunda ağlarken hatırladı kızı, teyzesi anlatmıştı daha doğrusu ağzından kaçırmıştı bir keresinde. Zöhre’nin çocukken peşine takılan çok olmuş. Koca adamlar bile onu kuytu köşede sıkıştırmaya çalışırmış. Her seferinde Mustafa, Hızır gibi yetişirmiş. Babası annesinin önce kurtarıcısıymış, sonra da kocası olmuş. Zöhre daha 15 yaşındayken kaçmış Mustafa’ya. Mustafaya mı kaçmış, güzellikten mi kaçmış, ona sığınmış mı orası muamma. Acaba ayrılık acısıyla mı, korumasız kaldığı için herkes korkusundan mı ağlıyordu Zöhre.

Mustafa’nın dili peltek, sesi kötüydü ama Zöhre’nin elinden güzel bir yemek yedikten ve çocuklarıyla soba başında şen şakrak oynadıktan sonra hep aynı türküyü tuttururdu;

“Bir ay doğar ilk akşamdan geceden neydem neyden geceden.

Şavkı vurur pencereden bacadan…

Dağlar kışımız yolcum üşümüş nasıl edem ben

Bir güzeli bir çirkine vermişler neyden neyden vermişler

Baş yastığı kendisine eş değil

Dağlar kışımış yolcum üşümüş nasıl edem ben…”

Zöhre kızardı Mustafa’ya, “Başka türkü söyle, bu ne böyle…”

Mustafasının cenazesi onu hiç sevmeyen babasının mezarının üzerine konulduktan sonra, bir kolunda kızı diğerinde oğlu eve dönerken Zöhre, herkese aldırmadan bu türküyü söylemeye başladı. Oğlu da ona eşlik etti… Herkes de şaşkınlıkla izledi onları.

Gün ikindiye dönmüştü. Verandadaki divana oturdular üçü de. Oğlu Samet, “Hey be çirkin kral, kral adamdın. Herkese rağmen güzel gördün, güzel sevdin, güzel yaşadın. Hadi şimdi hakkını al Allahtan. Narin kuşun bana emanet.” dedi. Babasının ektiği kiraz ağaçları çiçeğe durmuştu. Bahar geliyordu, elma ağaçları da sarmaşık güller de açmıştı. Onlarla konuşuyor gibi havaya doğru bağırmıştı bu cümleleri. Ayağa kalktı, kalabalığı aşarak mutfağa girdi, ‘herkes’in şaşkın bakışları arasında mavi emaye çay demliğini aldı su doldurdu, ocağa koydu. Çay demledi. Bir tepsiye üç çay bardağı koydu, dolapları karıştırarak petibör bisküvi buldu, tepsiye koydu. Bir elinde tepsi diğerinde çay demliği insan kalabalığını yararak verandaya çıktı. Divana geçti, annesi ve ablasının yanında oturanlar kalktı. Sanki evde onlardan başka kimse yokmuş gibi yapıyordu. Divana oturdu, çay doldurdu, annesi ve ablası bardaklarını aldı. Aynı andan bisküvilerinden de birer ısırık alıp, çaydan Çirkin Mustafa gibi höpürdeterek bir yudum içtiler. Çiçeklerin ardından kızıla boyanan göğü izlediler. Mustafa’ya güle güle diyorlardı. Onun gibi yapıp herkesi umursamayarak.

“Kızım evlenmek istiyor musun?” diye sorduğunda cevapsız kalınca Mustafa,  “İnsan kendi şansını da kaderini de kendi belirliyor. Seçimlerimiz, hareketlerimiz kaderimizi şekillendiriyor. Bunu bilerek karar ver.” demişti. Evet, babası ve annesi herkese rağmen şansını ve mutluluğunu kendisi şekillendirmişti. Çirkin şansı mı, güzel şansı mı orasını Allah bilir.

Zöhre türküye devam etti,

“Dağlar haramı açma yaramı perişanım ben.”

Ve diyordu ki: “Siz hiç öldünüz mü? Ben öldüm, bir kere…Kronik gazetecilikten öldüm, yazarak yeniden doğuyorum… Annem kitaplar, babam yaralarım…”

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi