Anlayana Aşk Olsun!

Anlayana Aşk Olsun!

Hikaye- Gülizar Baki 

Çemberlitaş’ın yanından yürürken, çantamı elimle öyle sıkı ve çekiştirerek tutuyorum ki omzum acıyor, sol kolum kapıp kaçacak gibi. Şemsiyeyi ise boşuna tutuyorum, ıslanıyorum çünkü. Dışarıdan bakan, beni rüzgarla eskrim yapıyor sanır. O hengamede, “Bir ben miyim böyle?” diye etrafımdaki insanlara bakıyorum. Evet, bir tek benim böyle. Güzel kızlar bu havada da güzeller. Rüzgar ve yağmur bile bana hoyrat davranıyor!  Halbuki yağmurda, İstanbul’da yürüyen kırmızı şemsiyeli romantik kız olabilirdim pek ala…

Hava soğuk ve kirli. Üstüne üstelik kir çiseliyor! Yağmur değil bu… İstanbul’un kirli yüzüyle göğün berrak mavisi arasındaki kasvetli koyu gri bulutlar, ince ve narin damlalarıyla şehri yıkıyordu sanki. Ya da kir ile bulutlardan süzülen temiz suyun savaşıydı bu ince yağmur. Bana noluyor ya! Sanki Tanpınar’ım, yok yok bildiğin Mustafa Necati Sepetçioğluyum. Bak hele şu uzun tasvirlere, sıkıcı benzetmelere, anlatıma…

İşimi seviyorum, sırf bu yüzden. Yani herkesin gezmek için geldiği şu caddelerden ben işime gitmek için geçiyorum. Türk Ocağı’ının kalın duvarlarının önünden dönüyorum Cağaloğlu’na doğru. Görkemli mezar taşlarını izlemeyi her zaman çok severim. Ne ihtişam ama! Mermerden bir yelkenli, nasıl da güzel. Ama ne ki dünya malı dünyada kalıyor. “Paşa amcaaaaa, itibarın bile bu dünyada kaldı. Ve şimdi onu sadece turistler, ben, bir de şu çay ocağının müşterileri görüyor.” diye bağırıyorum, ama içme doğru, kırmızı şemsiyemi, rüzgarın elinden çekip alırken…

Çay ocağı ya da milliyetçi kafe mi demeliyim, henüz açılmamış. Şu mezarların arasından geçip kış bahçesinden bozma kafede nargile tüttürüp, keyif çayı-kahvesi içerek Türklüğü, Türkiye’yi ve dünyayı kurtaran muhabbetlere dalanların içinde bulundukları çelişkinin farkında olduklarını hiç sanmıyorum. Yani burası İstanbul’un göbeğinde olmasa da Ankara’da, Karşıyaka mezarlığında olsa… Hangi yaşayan canlı, mezarlığın ortasındaki camekanda çayına şeker atıp, kahkahasını karıştırır ölülerin arasına. İşte İstanbul burası… Sarayın içine gecekondu, komutan ve padişah mezarlarının göbeğine çay ocağı kondurabiliyorsun, türbenin üstüne de apartman! Çelişki bu kahpe şehrin göbek adı. İşte burası İstanbul, burası da bizim yayınevinin binası.

Rüzgarla savaş dansım bitti. Yamulan şemsiyemi zorla kapatıyorum ve bugün de iş yerimin kapısından içeri bekar giriyorum. Akşam da yorgun ve bekar olarak çıkacağım. Çift kaşarlı tost yiyeyim. Şu mereti evde yapsan böyle lezzetli olmuyor. Tostçu Erol’un kirli ve dar dükkanında, kirli tost makinasından olacak illa. Lezzeti kirinden midir acaba! “Abi, çay büyük bardakla olsun. Limonu yanına koy, içine atma.”

Evde asla limonlu çay içmem. Burada da çayı limonsuz içmiyorum. Niye bilmiyorum vallahi. Bir ben miyim böyle? Yok ya şu masalardaki çaylar da limonlu, evlerinde sürekli limonlu içtiklerini hiç sanmıyorum. Sahi bırak limonunu ben evimde çay içiyor muyum? En son ne zaman içtim onu da hatırlamıyorum. Yav pazar günleri de mi evde durmuyorum! Son bir kaç haftadır, evet. Zaten evde sığınmacı gibiyim. Gidecek yerim yok, ama artık o evde de yerim yok. Yani sağolsun annem babamdan, bekarlığıma laf etmeleri dışında bir şikayetim yok. Ama bir yaştan sonra da ana-baba evine sığamıyor insan. Üstelik biz çok farklı dünyalar yaşıyoruz. Onlar “aman ağzımızın tadı bozulmasın” modundalar. Benimse ağzımın tadı yok. Bu sebeple ev benim için sadece uyumak ve banyo yapmak için var gibi. Sanırım benim dünyam şu masa. Ait olduğumu hissettiğim tek yer burası. Bir yayınevinin muhasebe masası. Hesap defterleri, not kağıtları, kaşeler arasında kalemlerim, biblolarım, küçük dünyam var. Bu masadan büyük paralar ve büyük hayaller geçiyor ve hiçbiri benim değil. Hayat gibi.

Şu sıralar fazlasıyla roman okuyorum. İç sesim roman metni gibi. Bildiğin bilinç akışı tekniğiyle düşünüyorum. Daldan dala atlıyorum, farkındayım. Allahtan hesap kitap kısımlarını anlatmıyorum içime. Yani içimdeki okura. Onları düşünmeden, refleks olarak yapıyorum.

Kitap okumayı bırakmalıyım bir süre. Film indirip izleyim bari. Aşk filmleri… Şu yeni gelen çocuk, bilgisayarcı, ona sorayım. Bekar mıdır acaba? Saçmalama Nalan, adam senden kesin küçüktür. Ve sana mı bakar Allah aşkına. Neden bakmasın? Geçen bir arkadaş, birisi için konuşurken, “O aşk kadını” demişti. Aşk kadını ne demek? Aşk ne demek? Her şeyiyle dikkat çekici -vücudu, karakteri, gülümsemesi, konuşması- hatta şuh ya da şehvetli bir kadından bahsediyordu. O zaman aşk şehvet midir? Bak bu kendime itirafımdır, sanırım hiçbir erkeğe karışı böyle şehvet hissetmedim. Ya da öyle mi bakmadım, ay bilmiyorum! İçimdeki romancı az susarsan, şu hesapları girmeliyim. Bu İskender, yine teliften voleyi vurdu. Bak o da aşk satıyor! Allah var, sürükleyici yazıyor. Sinir olsam da okuyorum. Popüler oluşundan mıdır, şahsiyetinden midir bilmem pek sevemem kendisini.

Aşkı da anlamıyorum. Aşk dediğin nedir ki! Onu da bilmiyorum. Herkese soruyorum. Şu kitapları milyonlar satan, aşk yazarlarına da sordum. Konuşmanın sonunda şaşı bak şaşır kağıdına bakıp şaşıranlar gibi bir yüz ifadesine bürünüyorlar,

“İyi de hocam bu anlattığınız şehvet değil mi?”

“Saplantının tanımı da aynı, o zaman aşk bir saplantı!”

Bir yazar, sorularıma cevap veremeyince, “Sen aşkı anlamak veya aramak istemiyorsun, demagoji yapıp kaçıyorsun.” dedi ve olay yerini terk etti. Yemin ederim anlamak istiyorum ve bulmak… Galiba yöntemim yanlış. Mücadele ediyorum, ailemin, arkadaşlarımın önerdiği herkesle görüşüyorum. Tamam güzel biri değilim ama normal, standart biriyim, muadilim tipteki çok kimse evli. Fakat hadi bunu da itiraf edeyim, daha ben reddetmeden karşıdakiler olumsuz haber gönderiyor. Gerçekten görüşüp de bu olabilir dediğim kimse olmadı, zaten hiçbiri de bana olumlu bakmadı. Burası dindar bir yayınevi, Ramazanda filan dualı iftarlar yapıyorlar, her fırsatta eş-hayat arkadaşı diliyorum. Ve sanırım tanrı da bana olumlu bakmıyor. Tamam dindar değilim ama kötü de değilim. O da biliyor, kalbim çok temiz. Fırsat bu fırsat Allahım, şöyle eli yüzü düzgün biriyle çarpışsam, filmlerdeki gibi, benim dosyalarım, onun da gönlü düşse. O dosyalarımı ben de onun gönlünü toplasam…

Evrene bu dileğimi yolluyorum ama bu ilk görüşte aşk mavalını da hiç anlamıyorum. Bildiğin güzelliği beğenme veya sahip olma hissini aşk diye yutturuyorlar. Dış güzelliği ya da kişinin sahip olduklarına duyulan ilgiyi aşk sanıyor insanlar. Sonra da ilk fırsatta kavgalar, mutsuzluklar. Çoğu kişi de evliliği sadece evli olmak için devam ettiriyor. Memuriyet gibi. Sevdiğinden değil yani. Bir de gönlünde ve kafasındaki imajı karışsındakine giydiriyor, sonra da aşk sanıyor. Gerçek yüzüyle karşılaşınca da gelip benim başımın etini yiyor, “Okan tanıdığımda böyle değildi! Çok değişti.” Sürekli kocasından dert yanan arkadaşıma kibar bir şekilde söyledim tabii ki ve anlamadı, “Acaba değişen Okan değil de senin bakışın olmasın.”

“Yok yok Okan çok değişti.” Okan hep değişir zaten.

“Canım en iyisini sen yapıyorsun. Bak böyle dertlerin yok. Hayatını yaşıyorsun.” demeleri yok mu şu kara kaplı dev muhasebe defteriyle ya da klavyeyle ağızlarına ağızlarına vurasım geliyor. Geçen biri de, “Yalnızlığa alıştın artık bu saatten sonra başkasının kahrını çekemezsin.” dedi. Bak evliliği kahır çekmek olarak görüyor. O zaman aşk kahırdır. Bunu da anlayamıyorum, acı çektiriyorsa neden aşk aşk diye deliriyorsunuz arkadaşım.

Bence aşk ya da beraberlik hayatını kolaylaştırmalı, güzelleştirmeli, insanın sert köşelerini yumuşatmalı… O zaman aşk şifa gibi bir şey olmalı. Ama yok tüm şarkılar, şiirler, filmler aşkı insana acı veren bir şey gibi anlatıyor. Mazoşist misiniz!. Mesela kavuşamayınca aşk oluyor denir ya… Ki Mecnunla Leyla’nın ki aşk değil bence bildiğin hastalık.

“İyi akşamlar canım. Ben de şu raporu yönetim kurulan mail atayım çıkacağım.”

Bu kuruldaki kodamanlardan birinin karısı kanserden vefat etti. Daha iki ay olmadı, adamın evlenmek için kız baktığını söylediler. Buradaki “kız” ifadesine dikkat ediniz. Yaşına uygun bir hanım değil yani. Arkadaşım, “Dindar olsan seni önerirdim, zengin de sırtın yere gelmezdi.” dedi espri yaptığını sanan bir ifadeyle. Ona diyemedim, ama içime dedim, aşk o zaman bir ticarettir.

“İyi akşamlar Hüseyin abi.” Yayınevinin kapısından yine bekar olarak çıktım. Kırık kalbim, şemsiyem ve kendini dinlemekten yorulmuş bedenimi alıp Sultan Abdülaziz’i, Ziya Gökalp’i ve görkemli paşa mezarlarını selamlayarak, sığınağıma, evime doğru yola koyuldum.

 

Hikaye- Gülizar Baki 

Ve diyordu ki: “Siz hiç öldünüz mü? Ben öldüm, bir kere…Kronik gazetecilikten öldüm, yazarak yeniden doğuyorum… Annem kitaplar, babam yaralarım…”

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi