Oku’l’ nerede başlar?
yazı: İsmail Kaynar
Fotoğraf :Andrea Piacquadio
Birinci ders: Evladım bak! Bu taş.
Antropologların ve evrimci biyologların “inanmamız” için bize dayattığı görüşe göre insanın atası bir maymundu ve bütün insanlık bir maymunun genlerinde oluşan mutasyonların nesillere aktarılması sonucu oluşmuştu. Oysa bu mutasyonların kalıtsal olmadığını, yani mutasyonla değişime uğramış bir genin bu yeni durumunu bir sonraki nesle aktaramayacağını da ironik bir şekilde bu evrimci biyologlar tespit ve tayin etmiştir. Bilimsel olarak birbirine zıt bu iki görüşün aynı tez içinde yer almasının tuhaflığına hiç bakmadan yüz yılı aşkın bir süredir bu teorinin bir kanun gibi bize dayatılmasındaki asıl maksadı bir kenara bırakırsak, beni asıl şaşırtan şey, genlerdeki mutasyonların yeni bir canlı meydana getiremeyeceği bugünkü teknolojik gelişmeler doğrultusunda ispat edilmiş olmasına rağmen, bunca aklı başında bilim insanının hala evrim görüşünde diretmesidir. Belki de Biyoloji biliminin yanlış bir şekilde tamamen bu teori üzerine inşa edilmiş olması onları bu doğrultuda davranmaya mecbur bırakıyor. Zira evrim aleyhine konuşmak bilimsel bir tabu olmuş durumda. Ve bilim insanları kendilerine yer edinebilmek için bu netameli konu aleyhinde konuşmamayı tercih etmektedirler. Aksi görüş beyan edenler ise bu tabunun yılmaz bekçileri tarafından taşlanmaktadır. İnançlı insanlara “körü körüne” bir inanca kapılıyor eleştirisi yapanların, dini inançlara düşman olmuş bir adamın hezeyanlarına körü körüne “inanmaları” da başka bir tezat olarak karşımızda durmaktadır. Neyse, birazdan anlatacağım konuya girizgâh olsun diye yazdığım bu mevzuyu burada noktalıyorum, zira bu hamur çok su götürür. Belki ilerde evrimle ilgili görüşlerimi de detaylı olarak yazma imkânı bulurum.
İlk insan aynı zamanda da ilk peygamberdi. Cenneti ve cehennemi görmüş, meleklerle muhabere etmiş, mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde kendisine bütün isimler öğretilmiş, yapabileceği kötülüklere bizzat şahit olarak şeytanla yaka paça olmuş bir insandı. Dolayısıyla onun çocukları da bu hanede, bu doğrultuda yetişerek “eğitim” almış ilk insanlardı. Yani insanlık tarihinin ilk “okulu” Hz. Âdem’in eviydi. Bazı pedagoglar eğitimin anne karnında başladığını söyler ki el hak doğrudur. Ben de bu görüşe bir yenisini eklemek istiyorum. İlk “öğretim” süreci de, Hz. Âdem’in konuşmayı ilk öğrenen çocuğunun “Baba bu ne?” sorusuyla başlamıştır. Öğrendiği bilgiyi uzun yıllar sonra kardeşini öldürmek için kullanan bu ilk çocuk aynı zamanda insanlık tarihinin ilk öğrencisidir de. Kargadan ders almak zorunda kalan yaramaz bir öğrenci…
İkinci ders: Ageometretos medeis eisito!
İnsanlar çoğalıp toplum olduklarında çocukların eğitimleri için bir şeyler yapılması gerekliliği ortaya çıktı. Zira mağaraların duvarlarına resimler çizerek insan bir noktaya kadar ilerleyebiliyordu. Artık dışarı çıkıp doğaya karışmak icap ediyordu. Toplumlar da kendi yaşadıkları coğrafyanın ve iklim şartlarının elverdiği ölçüde çocuklarına yaşamlarını sürdürebilecekleri temel davranışları öğrettiler. At binmek, avlanmak, balık tutmak, soğuktan ve sıcaktan korunmak, çadır yapmak, bitkileri hayvanları tanımak gibi temel bilgilerdi bunlar. Ama zamanla iyice gelişen topluluklar için bunlar da yeterli olmadı. Artık doğanın kurallarını, hesap yapmayı, sanatı, kültürü de öğrenip bir sonraki nesillere aktarmak gerekti. Bunun için de ilk defa okul benzeri yapılar oluştu. Bu oluşumlarda bize şimdi ilkokul birinci sınıf seviyesi gibi gelen bilgiler öğretildi ki kendi devirlerinde üst düzey bir eğitimdi bu. Zamanla bu küçük okulcuklarda felsefenin de temelleri atıldı. Platonlar, Sokratesler, Arşimetler, Öklidler hep buralarda yetişti. Ve bu okullar öyle gelişti ki matematik bilmeyeni kapıdan almaz oldular. İyi de albayım, bu durumda sözelciler ne yapsın?
Üçüncü ders: This is Spartaaaa!
Bir yandan bazı topluluklar kendi içlerinde felsefeyi, kültürü, sanatı geliştirirken bazıları da başka türlü eğittiler çocuklarını. Çiftçilikle uğraşan toplumlar en iyi ekip biçme yöntemlerini öğrettiler. Hayvancılık yapanlar en besili hayvan nasıl yetiştirilir onu öğrettiler. Savaşçı toplumlar da çocuklarını birer savaşçı olarak yetiştirdiler. Hatta bunda o kadar ileri gittiler ki bazı topluluklar zayıf doğan çocuklarını bundan savaşçı olmaz diyerek daha bebekken öldürdüler. Spartalılar böyleydi mesela. Onlar için en iyi eğitim bedeni geliştirmek, kaya gibi kaslara sahip olmak, ağırlık kaldırabilmek, iyi kılıç kalkan kullanabilmekti. 300 Spartalı filmini seyredenler hatırlayacaktır. Bu aşırı gelişmiş kaslı adamların oluşturduğu 300 kişilik ordu koca Pers ordusunu darmaduman etmişti. Şaka değil, doğrudur, ben de gördüm tozunu!
Dördüncü ders: Çivi çiviyi söker.
Ve yazı icat oldu her şey değişti. Ya da şöyle diyeyim; yazı icat oldu cahillik bozuldu. (Yine antropologların ve tarihçilerin söylediğine göre yazıyı Sümerler buldu. Oysa biz biliyoruz ki ilk insan olan ilk peygambere suhuf indirilmiştir ve bu sahifelerin varlığı yazının varlığına da delalet eder. Bu konuların baştan ele alınıp tarihin yeniden yazılması gerek ama kimse buna yanaşmıyor. Ben de yanaşmayacağım ve çivi yazısı bahsinden devam edeceğim.) Evet, yazının icadı ilmin kapılarını sonuna kadar açmıştır. Zira artık değerli bilgiler sözde kalıp uçup gitmiyor, kalıcı bir şekilde kayda geçiriliyordu. Bu sayede eğitim ve öğretim yaygın ve kalıcı bir hale geldi. Bugünkü manada okulların açılmasına henüz binlerce yıl varken (yukarıda bahsettiğim şekliyle) felsefe öğreten küçük okulcuklar teşekkül etti ve ardından diğer bilimler doğdu. Evet, hepsi felsefeden doğdu. Çünkü felsefenin temelinde sorgulamak var. Sorgulama ise meraktan doğar ve merak ilmin hocasıdır. Basite indirgeyerek anlattığım bu bilimlerin oluşma süreci yüzlerce yıl sürdü. Bilgi arttıkça heves arttı. Heves çoğaldıkça talep çoğaldı. Talep yaygınlaştıkça talebelik yayıldı. Öğrenme iştiyakıyla seyrüseferler yapıldı. İlmin peşinde ömürler tüketildi. Bütün ilimler sistematik bir hal alana kadar bu ilimlerin temsilcileri olan hocalar kendilerine, öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan yeni talebeler buldu hep. Bu talebeler tek bir yetkin hocanın oluşturduğu ekollerde o hocanın öğretileri doğrultusunda eğitim aldılar. Ama bir zaman sonra bu da yetmez oldu. Çünkü sürekli daha çok bilgi üretiliyordu. Daha çok bilgi demek daha çok çaba demekti. Aynı zamanda daha çok zaman ve daha çok talebe demekti. Tek bir hoca bütün bu talebe yetişemeyince sözleşmeli öğretmenlik icat oldu!
Beşinci ders: Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü.
Kutsal kitapların ve semavi dinlerin, insanların ve toplumların yaşantılarında çok büyük etkilerinin olduğu yadsınamaz. Dinlerin birinci gayesi inancı tahsis etmek, sonra da bu inançlar doğrultusunda dünya hayatını tanzim etmektir. Bu yüzden dinler insanların eğitilmelerine önem vermiştir. Musevilik ve Hristiyanlık ilk dönemlerinde bunu olması gerekene yakın şekilde başarmıştı. Ama sonrasında oluşan ruhban sınıflar kurdukları baskıcı sistemler nedeniyle insanlara dini ve dünyevi hayatı içinden çıkılmaz bir şekilde zorlaştırarak dünyayı yaşanamaz hale getirdiler. İslam dininde ise ruhbanlık oluşmadığı için ilmi gelişmeler ve eğitim süreci uzun devirler boyunca devam etti, bir nevi altın çağ yaşattı insanlara. Öyle ki, batı medeniyeti engizisyonlarla kafa kopartırken doğuda yetişen âlimler kendi dönemlerinin zirvelerini işgal ediyorlardı. Farabi, İbni Sina, Battani, Biruni, Cezeri, İbni Haldun, Harizmi, Yusuf Has Hacip, İbni Hazm, Razi, İbni Rüşd, Batuta, İbni Kesir bir çırpıda
insanın aklına gelen bu büyük âlimlerden bazıları. Elbette batıda da büyük ilim adamları çıkmıştı ama engizisyonlar bunların pek çoğunu ya yakarak ya da kafalarını kopartarak ödüllendirmişti. Böyle bir ödül almak istemeyen talebeler ilmi talep etmediler ve batı, ilim güneşinin batmasıyla karanlık bir çağa girdi. Zamanların en iyisiydi, evet, doğu için öyle.
Ama batı için zamanların en kötüsüydü.
Altıncı ders: Kahrol düşman! Al sana bomba!
Bombanın icadı insanlık tarihine bomba gibi düştü. Savaşlar artık insan gücüyle değil mühimmat gücüyle kazanılır oldu. Ama savaşlar uzaktan atılan bombalarla kazanılırken yeryüzü ve insanlık çok büyük yaralar aldı. Yazılı olmayan savaş kurallarına göre hastaneler, okullar ve ibadethaneler bombalanmayacaktı. Ama gözü dönmüş Kabilzadeler bu kurala asla uymadı. Bu yüzden koca yaşlı şişko dünyamız, başından geçen iki büyük savaş sırasında epey insanı yerin altına kabul etti. Tabii ki bu hengâmede okullar da büyük zarar gördü ve uzun yıllar eğitim öğretim tam olarak yapılamadı. Bu arada savaşlara rağmen modern okulların kurulduğunu, bilimin geliştiğini, çok büyük üniversitelerin açıldığını, bu üniversitelerde kallavi bilim adamlarının yetiştiğini (Einstein, Openheimer, Schrödinger, Mendeleyev, Bell,
Maxwell, Thomson, Watson, Curie, Pasteur, Faraday, Edison, Tesla, etc…), Batı’nın
böylesine karışık ortamda bile bunca bilim insanı yetiştirirken, Doğu’nun taassup bataklığına saplanıp sürekli geriye gittiğini anlatmadım. Malum, lafın tamamı anlatılmaz.
Yedinci ders: Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.
Hızla gelişen teknolojiye paralel olarak gelişen eğitim sistemi batı medeniyetlerini uzaya çıkartırken, doğuda bizler hep dibek dövücünün hınk deyicisi olarak kaldık. Uzaktan seyrettik. Gelişmeleri takdir ettik. Hayret ettik. “Vay be! Adamlar yapmış!” noktasından öteye gidemedik. Bilgi ve teknolojide bu böyleyken insan eğitiminde de sınıfta kaldık. Bin yıl önce birkaç tur bindirdiğimiz batı, şimdi bize onlarca tur bindirmiş durumda. Peki, onlar neyi doğru yaptılar ve biz neyi yanlış yaptık? Bilgiyi verimli kullanmayı nasıl başardılar? Sadece matematik ve fende değil aynı zamanda sosyal bilimlerde, hukukta, kültürde, sanatta, edebiyatta nasıl bu kadar başarılı olabildiler? Onlar, birebir eğitimde başardıklarını şimdi bilimsel gelişmeler ışığında uzaktan eğitimde de yapabiliyorlarken, biz neden hala uzaktan seyrediyoruz? Konjonktürel kazanımlar neden bizi hep teğet geçiyor? Onlar nasıl yaptı, biz niçin yapamadık? Sanırım bütün bu soruların cevabını hepimiz çok iyi biliyoruz. Eğitim. Muasır medeniyetler seviyesi denilen yüksek çıtayı bir türlü aşamamamızın nedeni eğitim anlayışımızdaki farklılık. Bu farklılık aradaki farkın iyice açılmasına sebep oldu. Öğrencilere bilgiyi bir öğretmen vasıtasıyla aktarmanın eğitim olmadığını, hatta buna tam anlamıyla öğretim bile denemeyeceğini hiç anlayamadık. Borcunu başka bir borçla kapatan insan gibi bir yanlışı düzeltmek için daha büyük yanlışlar yapıldı. Teknoloji çağı, uzay çağı dediğimiz şu çağda, yapay zekânın sınırsızlığını keşfettiğimiz şu ortamda, bütün çabamıza rağmen sürekli yerimizde sayışımızın, geriye gidişimizin tek sebebinin eğitime bakışımızdaki yanlışlar olduğunu fark edemedik. Bunu fark edemediğimiz için çözüm yolu da bulamadık. Ama bu hatayı fark edip, çözüm yolları sunanlar da oldu. İşte onlardan birini bir sonraki derste okuyacaksınız.
Sekizinci ders: Okul Evde Başlar.
Bütün eğitim tarihi üzerinde kronolojik olmayan ve sübjektif bir bakış açısıyla yaptığımız kuşbakışı gezinin sonunda geldiğimiz nokta en başta anlattığım noktaydı. Yani bütün tarihi dolanıp en başa döndük. “Okul evde başlar.”
Uzman Psikolojik Danışman Dr. Fatih Kalkınç, kitabında etkili ebeveyn olmanın anahtarını sunuyor bize. Eğitimin “sadece” okula bırakılamayacak kadar önemli olduğunu madde madde anlatıyor. Herkes için elmas niteliğinde tavsiyeler veriyor. Birer makastar olan anne-babanın, ellerindeki kumaştan en iyi malzemeyi nasıl çıkartacaklarının yöntemini gösteriyor. Bir rehber gibi, bir önder gibi, bir lider gibi, hedefe giden yolda karşılaşacağımız zorlukları anlatarak bizi sefere hazırlıyor.
Sadece zorlukları anlatmıyor, çözümler sunuyor, tedavi için tavsiyeler veriyor, yaşanmış örneklerden hisseler paylaştırıyor. Çekirdekten çınara uzanan çocuk eğitiminde sürekli elimizin altında tutacağımız ve sık sık ona bakarak yol ve yöntem öğreneceğimiz bir harita gibi, bir kılavuz gibi, bir prospektüs gibi, baştan sona dikkatle, altını çize çize okuyacağımız harika bir eser sunuyor bize. On dört bölüm var kitapta. Zeka türleri ile başlayıp, empati kurmanın önemiyle devam ediyor.
İyi ve kötü davranışların nasıl ortaya çıktığı, çocuklara sorumluluk duygusunun nasıl
kazandırılacağı, özgüvenin oluşma aşamaları, her çocuğa özel olduğunun hissettirilmesi ve bunun ehemmiyeti, çocukları dinlemenin önemi, problem çözmenin aşamaları, kardeşler arası ilişkilerde ebeveyn tutumları, cinsiyet eğitiminin basamakları, disiplin oluşturmanın yöntemleri, çok orijinal bir öneri olarak aile toplantılarının planlanması, evimizde bu eğitimleri baltalayan etmenlerin tanınması ve çözüm yolları olarak özetleyeceğim kitapta aklınıza takılan pek çok sorunun cevabını bulacaksınız. Kitap şimdiye kadar 27 baskı yapmış. Yani en az bir milyon kişiye ulaştığı tahmin ediliyor. Sayın Fatih Kalkınç’ın yaptığı bir dizi konferans serisiyle birlikte en az beş milyon kişinin bu kitaptan haberdar olduğunu tahmin
ediyorum. Böylesine tanınan ve bilinen bir kitabın övgüsü de bana düşmez diye
düşünüyorum. Ama bu yazdıklarım eğer hak edene hakkını teslim etmek olarak algılanırsa çok memnun olurum.
Son ders: Baki kalır sahife-i âlemde adımız.
Ezcümle; eğitim insan hayatının özüdür, zira insan son nefesine kadar hep bir şeyler öğrenmektedir. Hal böyle olunca eğitimin sistematik olması, bir plan ve program
doğrultusunda yapılması da insan hayatı açısından çok büyük önem arz etmektedir. Okullarda böyle bir program oradaki muallimler tarafından uygulanmaktadır ama çocukların ilk eğitimlerini aldıkları evlerde maalesef böyle bir program yok ve mümkün olmuyor. Ama artık elimizde Okul Evde Başlar kitabı var. Bu kitabı bir “evde eğitim programı” gibi düşünürseniz ve uygularsanız eminim ki kendiniz ve çocuklarınız için çok şey fark ettiğini göreceksiniz.
Bu kitap çocuğunuzu Ay’a göndermeyecek, ama çocuğunuzun bir Ay’a gitmesini istiyorsanız yolunuz bu kitaptan geçiyor.
Vesselam.