XUDA Jİ TE RAZİ BE

XUDA Jİ TE RAZİ BE

Yazı: İsmail Kaynar

Fotoğraf: Zişan Özdemir

 

İlk defa Kürtçe konuşan biriyle karşılaştığımda yatılı okuldaydım.  

Jetonlu telefonun önünde sıra beklerken, önümde ailesiyle konuşan arkadaşım arkasını dönüp  mahcubiyetle “Annem Türkçe bilmiyor” demişti. 

O an benim bunu tuhaf karşılamadığımı, bunun çok normal bir şey olduğunu, bana açıklama  yapmak zorunda olmadığını söyleyemedim. 

“Olsun” dedim. 

Sanki bir hata yapmış, bir kusur işlemiş de benden af dilemiş ve ben de bunu affetmişim  tarzında bir sözdü bu. 

“Olsun.” 

Başka bir şey diyememiş olmam yadırgadığımdan değildi, şaşırmıştım sadece, çünkü  Afyon’da doğup büyümüş biri olarak ilk defa duyuyordum Kürtçeyi ve şaşkınlığımın  haricinde bana son derece normal gelmişti. Zaten öyle de olmalıydı. 

Değilmiş. 

Yakın bir gelecekte öğrenecektim ki arkadaşımın konuştuğu dil yasaklı bir dildi. Nasıl yani, neden, bir dil niçin yasaklanır ki? 

Bir anlığına empati yapalım: Dünyanın en masum yaratığı olarak mübarek bir kadından  doğmuşsunuz; şefkate, merhamete, sevgiye muhtaç olduğunuz o dakikada anneniz sizi  kucağına almış; dünyanın en güzel besiniyle beslemiş; dünyanın en güvenli yeri olan bağrına  basmış; dünyanın en güzel sözlerini kendi kelimeleriyle söylemiş; siz o sevgi ve güven  ortamında süt gibi taptaze tertemiz o kelimelerle beslenmişsiniz; acıktığınızda, susadığınızda,  korktuğunuzda, sevindiğinizde o kelimeleri söylemişsiniz; düşündüğünüzde hep o kelimelerle  düşünmüş, aşık olduğunuzda o kelimelerin titrek ve ürkek sıcaklığına sığınmışsınız; ama bir  gün büyük ve hantal ve nobran ve acımasız bir kütle gelmiş ve artık bu dili kullanmanız yasak  demiş; ne yaparsınız? 

Ne yapabilirsiniz? 

Bir insana anadilini konuşamazsın demek “sen aslında doğmamalıydın, var olmamalıydın”  demekle aynı şeydir. Bunu söyleyen kütle aynı zamanda şunu da demektedir: ”Senin var  olmamanı mümkün kılamıyorum, o halde seni yok sayacağım.” 

Bu, saçma sapan bir şey değil; tam tersine, kasıtlı ve organize bir kötülüktür. Fıtratı inkârdır bu ve fıtratı inkâr anarşi doğurur. 

Bu şekilde varlığı kabul edilmeyen bir insanın kendini ifade etmek ve kabul görebilmek için  farklı yöntemler kullanacağı da aşikârdır. 

Çünkü dil benliğin özüdür.

Çünkü dil kişinin hayata tutunmasını sağlayan en önemli enstrümandır. 

Konuşamayan insanların sosyal hayatta yaşadığı zorlukları bir düşünün; dili yasaklanmış bir  insanın ebkem bir insandan farkı kalır mı? 

(Bir anekdot: Eskiden okumuştum. Kürt bir anne 12 Eylülden sonra tutuklanan oğlunu  cezaevinde ziyarete gider. Bir masada karşılıklı olarak oturan ana oğulun aralarında geçen  konuşma aynen şu şekildedir: “Oğlum nasılsın?” “İyiyim ana, sen nasılsın?” “Oğlum  nasılsın?” “İyiyim ana, sen nasılsın?”… Yarım saatlik görüşte sadece bu cümlelerle  konuşurlar, çünkü anne Türkçe bilmemektedir ve kendi dilini konuşması yasaktır. Öğrendiği  tek cümle ile ve bolca gözyaşı ile süreyi doldururlar. Anne giderken oğluna yüklü miktarda  hüzün bırakır. Kendi ise yanında oğlunu hayatta görmenin buruk sevincini götürür.) 

Zamanla bu akıl dışı yasağın hafiflediği anlaşılıyor. Zira üniversite okumak için gittiğim  Van’da halkın dillerini sosyal yaşamda kullandığına şahit oldum. 

Ama resmi kurum ve kuruluşlarda yasak devam ediyordu. 

Sokakta, alışverişte, kahvelerde insanlar serbestçe konuşuyorlardı. Seyyar satıcılar Kürtçe  şarkı, türkü ve ilahi kasetleri satıyorlardı. Bazılarını ben de alıp dinlemiştim. Çok beğendiğim  türküler oldu. Dilin fonetiğindeki hüzün müziğe de yansımıştı. 

Ama insanların kendi aralarındaki konuşmaları dinlerken bir şey daha dikkatimi çekti; çok  fazla Türkçe kelime kullanıyorlardı. Yıllarca süren yasağın olumsuz etkilerinden biri de  buydu bence. 

Elbette bir dil başka dillerden kelime alabilir, onu bünyesine katar, onu sahiplenir. Çünkü dil  yaşayan bir organizma gibidir. Organizma bünyesine giren yabancı maddeye karşı iki tür  tepki gösterir. Kendisine faydalı ise onu sindirip bünyesine katar, faydalı değilse onu kusup  dışarı atar. 

Dilde de böyledir. Yabancı kelime eğer o dili kullananlar arasında kabul görüp yaygınlaşırsa  dil onu bünyesine katar ve sahiplenir; kabul görmezse o kelime bir müddet sonra unutulur ya  da yerine daha uygun olan başka bir kelime geçer. 

Burada benim şahit olduğum şey ise farklıydı. Sadece Türkçe kelimeler değil deyimler,  kalıplaşmış ifadeler hatta yüklemler bile kullanılıyordu.  

Sosyal birliktelikten dolayı ortak kelimelerin olması elbette kaçınılmazdı fakat bu çok  fazlaydı.  

Etkileşimden öte bir şeydi bu. 

Oysa tam tersi durumu ben hiç görmedim; yani Kürtçe’den Türkçe’ye geçen kelime  bilmiyorum, bilen varsa bana yazabilir. 

Bütün bunlar sonuç olarak dilin yasaklanmasına varıp dayanıyor. Çözüm yolu ise çok basit:  İnsanlara kendi anadillerinde eğitim alma hakkının verilmesi. Başka bir çözüm çözümsüzlüğe  atılan yeni bir düğümdür.

Bu konuyu burada noktalayıp okurken bana bunları düşündüren kitaba geçeyim. Audrey Magee imzalı Koloni romanı. 

 

Tolstoy’a atfedilen bir söz vardır: “Bütün iyi hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir  yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Koloni romanı bu iki özelliği de içinde  barındırıyor. 

Bir ressam yolculuğa çıkıyor ve adaya bir yabancı geliyor. 

İrlanda’nın, sadece tekneyle ulaşılabilen küçük bir adasında çok az insan yaşamaktadır. İngiliz  bir ressam daha iyi resim yapabilmek için yaz boyu kalmak üzere bu adaya gelir. Adada  yaşayan on iki aileden birinin evinde bir oda tutar. Ailede yaşlı bir nene, kocası ölmüş bir  anne, bir oğul ve bir amca yaşamaktadır. Babası tekne kazasında ölmüş olan delikanlı adadan  kurtulmanın yollarını aramaktadır. Ressamla birlikte resim yapmaya başlar. Böylece çok  büyük bir yeteneği olduğu ortaya çıkar. Bu sayede buradan kurtulacağına inanır. Zaten  başarısız olan ressam bu yeteneği fark edince onu kıskanır. Ona pek çok söz verir ama  hiçbirini tutmaz. Onun tek gayesi uzun süredir ayrı yaşadığı galeri sahibi eşini memnun  edecek resimler yapmak ve çocuğun annesine yanaşmak. Bu arada adaya İrlandaca dilini kayıt  altına almak için gelen Fransız dilbilimci bütün planlarını altüst eder. 

Romanda dikkatimi çeken bazı noktaları şöyle sıralayabilirim: 

1-Ressam, İrlandalı yazar tarafından son derece kötü bir karakter olarak aktarılıyor. Kaypak,  pespaye, menfaatçi, sözünde durmaz, keyfine düşkün, ahlaki zaafları olan üstelik başarısız ve  beceriksiz bir adam. İrlandalı gözüyle tam bir İngiliz… 

2-Ada dünyadan kopuk ama insanlar olaylardan habersiz değil. Aynı dönemde IRA’nın  yaptığı terör faaliyetlerinin haberini alıp sürekli bir endişe halinde yaşamaktadırlar. 

3-Halk İrlandaca konuşmaktadır ama Ressam geldiğinde onunla İngilizce konuşurlar. Sadece  yaşlı nene bu dili konuşmayı reddeder ve kendi dilini konuşur. 

4-Fransız dilbilimci üç yıldır yazları gelip nenenin konuşmalarıyla İrlandaca’yı kayıt altına  almaktadır. Adaya bir İngiliz’in geldiğini ve insanların İngilizce konuşmaya başladığını  görünce dilin bozulacağını, bu yüzden sadece İrlandaca konuşulması gerektiği konusunda  insanları uyarır. 

5-Aslında dilbilimci de sadece alacağı profesörlük ünvanını düşünmektedir. 

6-Bir dilin bozulması, değişmesi, dönüşmesi o dilin yasaklanması kadar tehlikeli ve zararlıdır.  Bunu İrlandaca özelinde çok etkili bir şekilde anlatıyor yazar. 

7-İrlanda her yönüyle İngiltere’nin baskısı altında kalmış ve özünden çok şey kaybetmiş bir  ülke. Sonradan bağımsızlığını kazanmış olsa bile şu an ülkede İrlandaca konuşan insanların  oranı %2 bile değil. 

8-Dil sorunu, kültür farklılığı, sömürgeleşme, sanat, ekonomik zorluklar, coğrafi etkiler, terör,  yabancılaşma, bağımsızlık, kuşak çatışması, zorbalık vesaire… Roman boyunca bu ve başka 

pek çok konu kurgunun sağladığı geniş imkânlarla akıcı bir şekilde, vereceği mesajları insanın  gözüne sokmadan okura aktarılıyor. 

Ezcümle; anadili insanı insan yapan en önemli unsurlardan biridir. Hiçbir insan, kurum,  kuruluş hatta devlet, insana anasının ak sütü gibi helal olan diline haram diyemez. Bir dili  yasaklamak aynı zamanda insanın benliğini yasaklamakla eşdeğerdir. Kendimize bir iyilik  yapalım ve yüzyıllardır komşumuz, akrabamız, eşimiz, dostumuz, sevgilimiz olan insanların  diline karşı yapılan bütün haksızlıklara hayır diyelim. Hayır. 

Xuda ji te razi be…

Denizi olan şehirde yaşamayı çok istedi, nasibine adında deniz olan şehir düştü. Bu hasreti hep dile getirdi. Mesela şu: "denizleri içtim lavlarım aktı nehirlerce"

Bir yanıt yazın

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi