Vatikan’da Cem Sultanla kahve içmek
Gezi Yazası- Gülizar Baki
160 Numaralı Roma otobüsünün son durağı, zaman tünelinin kapısı gibi. Daha doğrusu rüya gibi bir durak; kızıl çamlarla dolu antik bir parkın içinde, sessiz ve huzurlu bir ortam. Sizi rüyadan alıkoyan tek ayrıntı otobüs durağının tabelası. Çam kokusu, az ilerideki mavi gölde yüzen kuğular… Ortam anlayacağınız modern zamanın dışında. Ama biraz yürüdüğünüzde ağaçların arasında onlarla boy ölçüşen dev mermer sütunlu ve bol heykelli bir kapıdan şehrin, gürültünün, insanın, şanın, şöhretin, turistik tarihin içine giriyorsunuz.
Biz bu sefer Roma’ya değil, içindeki benliğe, Vatikan’a gidiyoruz. Roma ile Vatikan’ın arasında Tiber nehri akıyor. 2022 Temmuz’unda akıyor demek yanlış olur. Duruyordu çünkü. Koyu yeşil sular asırların yorgunluğunun ağırlığıyla duruyordu adeta. Sıcak ve kuraklık da etkili olabilirdi tabi ki. Yüksek duvarların içine hapsedilmiş durgun bir nehir… Ne güçlü bir metafor. Ey meşhur Romalı hatipler siz bunun üzerine ne süslü cümleler kurardınız şimdi. Tiber’in üstünden sayısız köprü geçiyor. Görkemli heykellerle süslü olanı, beton duvarlı olanı, Roma’nın bugününü ve geçmişini sayısız kez ve kopmayacak şekilde bu din devletine bağlıyorlar sanki. Biz bu köprülerden birinden geçtik dünyanın en küçük ülkesine. Nehir boyunca, görkemli Akdeniz çamlarının altında güneşten kaçarak yürüdük. Hedefimiz Vatikan’ın kalbine meşhur San Pietro meydanına varmak. Michelangelo’nun tavanını resmettiği şapeli, Da Vinci’nin eserlerini görmek. Papa’nın dünyayı selamladığı balkona da bir bakış atmak. Benim bir hedefim daha var. Kutsal Melek Kalesi’ni Sant’Angelo’yu görmek…
Yuvarlak küçük bir kale burası. Hristiyanlıktan önce anıt mezarmış. Sonra papalık merkezi olmuş, Papa Vatikan’a geçince de hapishane olmuş. Şimdi müze olan kalenin anlayacağınız baş döndürücü bir kariyeri var. Kutsal Melek olarak anılmasının sebebi ise girişinde 8 melek heykelinin olması. Meşhur Mikail heykelinin orijinali de burada. Vatikan’a gizli tünelleri olduğu iddia edilen kalede kalan meşhur tutsaklardan biri de Cem Sultan. Bunları düşünerek yürürken Tiber nehrine sırtını vermiş seyyar tezgahlar gördüm. Ama ne tezgahlar… Üstleri tablolarla ve kitaplarla dolu. Çin işi turistik hediyelik eşyalar da yerini almış ama suluboya resimler, eski kitaplar… bakmaya doyamıyor insan. Kitap raflarının karşısında ise duvarları kitaplarla dolu küçük bir kafe… Bahçe duvarları bile kitaplıklardan oluşuyor. Kalenin dibinde bir kitap cenneti. Masalardan birine kuruluyoruz hemen. Kaleyi gören… Gelmişken Cem Sultan’ın bir kahvesini içmeyelim mi?
Kahvemiz gelmeden masamıza bir serçe konuyor. Bir tane daha… Kaçmıyorlar, elimi uzatıyorum biri avucuma çıkıyor. Kızımın krakerlerinden birini parçalıyorum yarısını kızım kalanını ise serçeler yiyor. Rüya gibi… İtalyanca kitapları karıştırıyor, kuşlarla pastamızı paylaşıyor ve acı kahvemizin tadına varıyoruz. İnsanların dinginliği, huzuru ve keyfi ile keyifleniyoruz. Acaba Cem Sultan burada geçirdiği 5 yılda ne yaptı? Ne düşündü? İktidar nasıl bir şey ki vazgeçtim desen de tekrar kanına girebiliyor. Aslında burası hiç de böyle huzurlu bir mekan olmamalı. Hırsın, iktidar şehvetinin, din savaşlarının, acı ve gözyaşının diyarları burası… Ama zaman da nehir gibi akıp gidiyor. Bazen coşkun ve yıkıcı bazen de durgun ve dingin… Bugünki gibi…
Kalenin içine girmekten vazgeçiyorum. Burada kitapların arasında, kuşların koynunda olmak daha anlamlı geliyor. Kale surlarını seyrederek epey zaman geçiriyoruz. Nihayet huzura kanınca da, ve nedense öğle sıcağında yola devam ediyoruz. Allatan Roma aynı zamanda çeşmeler şehri. Sık sık suyu lezzetli ve serinletici çeşmelerle karşılaşıyoruz. Elimizi yüzümüzü yıkamak çok rahatlatıyor. Da Vinci’nin müzesi ilk ziyaret yerimiz. Her şey o kadar tanıdık geliyor ki… Kültür Endüstrisi sağolsun! Da Vinci’yi Konya sosyete pazarında bile görebiliyoruz çünkü. Şimdi ise sadece orjinaline bakıyorum.
Taş binalar, görkemli heykeller, altın varaklı resimler, kalabalık turist kafileleri, fotoğraf çekmek, sıra beklemek… Şaşadan ve turistik faaliyetlerden başım dönüyor adeta. Hiç sürprize şaşırmaya yer yok. Sanırım çok okumaktan, araştırıp, bilip öyle gelmekten kaynaklanıyor. Karar veriyorum artık gideceğim yerlere dair çok şey okumayacağım. Çünkü şaşırmıyor, tesadüfen bir şeylerle karşılaşmıyorum. “Ha bunu şu blogda okumuştum, şunu da instagramda fotoğrafta görmüştüm, google’de yazıyordu, şimdi şu tabloyla karşılaşacağız…” Gezerken iç sesiniz hep böyle. Ve bu iç sesim beni çok rahatsız etti. Vatikan’da beni etkileyen tek şey o kitaplı ve kuşlu kafeydi. O da tesadüfen karşılaştığım bir detaydı. Artık gideceğim yerler benim için sürpriz olacak.
Ve diyordu ki: “Siz hiç öldünüz mü?
Ben öldüm, bir kere…Kronik gazetecilikten öldüm, yazarak yeniden doğuyorum…
Annem kitaplar, babam yaralarım…”