Susamlı Şeker
Hikaye: Ayşe Üstündağ
Cemre’ye
Bir kapı dürbünüyle aklından geçenleri göremezdim, doğru. Fakat bu sefer kapıdan gelen “Aç artık,“ sesini zihnimde değil de kulaklarımla duyunca, ihtiyarsız anahtarı kavramıştı ellerim. Sağ elimle alt, sol elimle üst kilidi açarken bir yandan da gözlerimi dürbünden ayıramıyordum. Göz hizamızın eşitlenmesine yıllar vardı. Kapıyı yavaşça araladım.
Neşesi gözlerinden taşan bir çocuktun. Sabahın erken saatleriyle el ele vermiş, zili çalmıştın. Kuşların dikkat kesildiği cıvıl cıvıl bir sesin vardı. “Meraba, bayramınız kutlu olsun, benim adım…“ derken bir ahbapla konuşur gibi rahattın. Açık mavi renk eteğin ve beyaz gömleğinle gökyüzünü andırıyordun. Özenle taranmış kumral saçlarında lüleler, fırça darbelerine aldırmamış gibi salınıyordu. “Teşekkür ederim, senin de bayramın kutlu olsun.“ demiştim demesine ama kararlı yeşil gözlerin ve yüzüne yayılan gülümseme, aralanmış kapıdan rüzgarla birlikte içeri doluyordu. Rengarenk boncuklarla dikilmiş küçük kol çantanla oynarken bir bilge kadar sabırlıydın. En nihayet çantanı açıp şekerleri saymaya başladın, ne çok yol almış ne çok eve uğramıştın bana gelene kadar. “Ah tamaaam şeker topluyorsun seeen,“ deyip içeri doğru bir kaç adım atmıştım ki, evde hiç şeker olmadığını hatırladım. Yıllardır şeker girmiyordu bu eve, nerdeyse tadını unutmuştum. Ama seni eli boş gönderemezdim. Tam “Hay aksi!“ derken aynada telaşlı yüzüme takıldı gözlerim, sonra da sıkça giyindiğim
lacivert rahat eteğime. Münzevi hayatım ve kıyafet tarzımla, mahallenin eteklerinden yalnızlık dökülen emeklisiydim, kulağıma gelmişti bu sözler. Oysa bugün eteğinden şekerler dökülen bir kadın olmak isterdim. Lakin kolunda CGM (anlık şeker ölçümü çipi) olan biriydim. Kapıya yönelirken ayakkabılığın üzerindeki aşınmış cüzdanı gördüm, küçük bir harçlık fena olmazdı, onunla şeker alabilirdin pekâlâ. Yeni basılmış gıcır gıcır bir kağıt banknota sevineceğinden emin, kapıyı biraz daha araladım. Bir yandan hafifçe öne ve arkaya sallanırken bir yandan da ganimetlerini ayırıyordun. Bölmenin birine meyveli şekerleri, diğer bölmeye sakızlı olanları koymuş, dışları susamla kaplı olanlarıysa elinde tutuyordun, onlara yer bulamamıştın anlaşılan, çantanda sadece iki bölme vardı. Susamlıları ısırıp çiğneyince sakızlı şeker gibi olur, bunu biliyordun.
Sert bir rüzgâr esti o anda. Yaklaşan yağmur bulutları yüklerini nazikçe bırakmaya başlayınca, içeri davet ettim seni. Yağmur dininceye kadar misafirim olabilirdin. Yağmuru da, daveti de gayet olağan karşıladın. Hâlâ elinde tuttuğun susamlı şekerlere bakacak olursak, belki de ganimet bulmayı ümit ettin. Tarçınlı portakal çayına hayır demedin ama gıcır banknota da beklediğim kadar sevinmedin. Onunla istediğini alabilecek olman pek heyecan uyandırmadı sende. Şeker dolu bir kase daha makbuldü, anladım. Benim şekerliklerimse kurutulmuş çiçeklerle doluydu. Pencere kenarında, yağmur altındaki sokağı izliyorduk. Neden şeker olmadığını sordun sonra. Hastalığımdan bahsettim. Bu tatlı kelimenin ve hastalığın yanyana kullanılmasına epey şaşırdın, nedense pek inanmamış göründün gözüme. Susamlılardan birer tane yemeği teklif ettin, ama emerek değil çiğneyerek, susamın ve şekerin tadını aynı anda alarak yiyecektik. Belki de onlardan kurtulmaya, onları azaltmaya çalışıyordun çantanda yer olmadığı için.
Çaylarımızı yarılamıştık, mızmızlanmadan içiyordun. Teklifine hayır demek gelmedi içimden, hem bir istisna neden olmasındı. “Tamam ama sadece bir tane, yani ben bir tane yiyebilirim, sen istediğin kadar,“ dedim gülerek. Sense “Bir sana bir bana,“ diyerek pay ettin, gözlerinden taşan neşe sokağı dolduruyordu. Susamlı şeker, tarçın ve portakal kokusu odayı sarmıştı. Ne güzel eşlikçilerdi birbirlerine. Aynı anda attık ganimetleri ağzımıza, oyun gibi. Şekerin keskin tadı zihnimi uyandırmıştı, halimden memnundum. Bir ara dişime yapışınca şeker, kocaman açılan gözlerime bakıp bir kahkaha koyuverdin. Sen idmanlıydın tabii.
Hafiflemiş bulutlar yerlerini terkederken biz de çaylarımızın sonuna geliyorduk. Misafirliğin bitiyordu, zamanla iş birliği yapmış gibi sakin toparlanıyordun. Nihayet susamlıları da çantaya attın, sakızlıların yanına, zor da olsa karar vermiştin. Bardakları mutfağa koyup seni yolculamaya geldim. Kapıyı bir hamlede açtın, güneşle yağmur kokusu aynı anda doldu içeri, ellerini heyecanla sallarken “Hoşçakaaal, susamlı şeker al kendine,“ deyip koşuşturdun sokağa doğru. Kapıyı açık bıraktım, temiz hava evin ciğerlerine dolsun istedim. İkinci çayımı alıp sandalyeme oturdum, neşeli bir sokak bırakmıştın geride. Bir de şekerlikte kuru çiçeklerin üstünde bir sürü şeker… Çantanı boşaltmıştın anlaşılan, yalnız susamlılara kıyamamıştın.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.