Uzun Yol
Yazı – Gülizar Baki
Gece uyku tutmaz, sabah da kalkman gereken zaman da uyanamazsın ya…
İşte öyle sinir bozucu bir halde giyindim, durağa yürüdüm. O sabah, bir değişiklik yapıp yürüyen merdivenlerle inmedim yerin altına. Adım adım indim.
15 dakikalık tren seyahatindeki uykunun hayaliyle biraz olsun bilincim açıldı, çünkü uyuyacak sotelikte bir koltuk bulmalıyım. Buldum, oturdum, çantamı kucağıma aldım, yüzümü boynumdaki yün atkıya gömdüm. Ve nedense aklıma çocukluğumun yazları geldi, Ankara’da değiliz, annemin köyündeyiz. Karadeniz’de… Bir Ağustos günündeyiz, öğlen güneşi yüzüme çarpıyor.
Teyzemin köyüne gidiyoruz. Yürüyerek. Mesafe ölçüsü ise şöyle, iki sıra tepe, bir göl, iki ormanlık alan, birkaç da dere. O zamanlar annem, benim şimdi olduğum yaştan 10 yaş genç. Anneannemse 50’lerinde atletik bir Karadeniz kadını. Biz zaten çocuğuz. Hayat daha yormamış bizi.
Öğle güneşine yüzümü dönüp gözümü açmaya çalışmak benim o zamanki saçma rekor denemelerimden biriydi. Güneşe bakmayı başarınca ne olacaksa! Yapamıyorum, gözlerimi ellerimle ovuşturuyorum uzun süre, her şey ve her yer et kırmızısı. Çocuk çığlıkları, su ve kuş sesleri var etrafta. Bir de sıcak. Çokça ovuşturduğum gözlerimi açıyorum, cümbür cemaat yola koyulmuşuz, hepimizin elinde irili ufaklı poşetler var. Bendeki şu, lacivert plastik tutacağı el kesen cinsten olan Türkerler mağazası poşeti. Onu sallaya sallaya koşuyorum annemlere doğru. Elim acıyor ama gönlüm hoş, kim takar acıyı… Annem bağırıyor, “Sallama şu çantayı, kopacak.”
Koptu anne, 25 yıl sonra koptu…
Annemle anneannem için yorucu, bizim içinse sanki Alice’ten sonra ‘Harikalar Diyarı’na giden ilk çocuklarmışız gibi heyecanlı yolculuklardı bunlar. Dere üzerindeki eski köprüleri değil de sanki tarihi aşıyoruz, korkunç çam ormanından geçiyoruz, içinde büyülü yeşil toz olan mantarlardan patlatıyoruz. Sonra beyaz yaban kavaklarından oluşan ormanın yanından geçiyoruz. Bir keresinde dayım anlatmıştı, orada ayılar yaşıyormuş. Keşke karşımıza çıksa, yılan görsek, mesela ceylan… Kaplumbağa da olabilir! Muratlar geçen tilki görmüş. Bence yalan söylüyor. Görse korkardı.
Tepelere tırmanıyoruz, tepelerden iniyoruz. Ormanlık alanlardan çıkınca rüzgar saçlarımızı havalandırıyor. Tatlı Ağustos sıcağını, kurumuş buğday ve ot kokusu getiren rüzgarı hissediyor arada yosun ve kekik tadındaki çeşme sularından içiyoruz. Tepede, ama buz gibi, elimizi süremiyoruz da annemin avucundan içiyoruz suları. Kekik tadına annemin elinin tadı da karışıyor. Ve çocuk aklıma, “Nasıl oluyor da tepeler güneşe bu kadar yakınken suyu bu kadar soğuk oluyor?” diye geliyor. En yakının en uzak olabileceğini yıllar yıllar sonra öğreneceğim. Daha var.
Sahi resmen annemler bize trekking yaptırıyormuş. Şimdi aileler para verip katılıyor böyle seyahatlere. Gelecekten bakınca ne kadar önemli bir iş yaptıklarının farkında olmayan geçmişteki annemle anneannem koyu muhabbetteler. Ne konuşuyorlardı şimdi hatırlamıyorum ama onların anlattıkları masal gibiydi bizim için. “Düşünsene oğlum, o zamanlar biz yaşamıyoooomuşuz, hatta annem de çocukmuş.” Gülüyoruz, ağzım dolu dolu tekrar ediyorum “oaaannem çocukmuş, kih kih kih…”, “O ne ki kızıııım, benim babam bile çocukmuş uvvvhaaahaaa…” Neresi komikse. Daha 20’lerinde olan anne babalarımızın bir zamanlar çocuk olması bize şaşırtıcı derecede komik geliyordu.
Hırsleşşşıtraaaseee. Soğuk ve anlamsız bir ses. Bu anneannemin ya da annemin sesi değil. Kurt veya Ayı da olamaz… O zaman..?
Gözlerimi açtım ve kapı kapanmadan az önce saniye farkıyla kendimi trenden attım. Atladığım yerden arkama doğru baktığımda tren hareket etmişti. Vagon pencerelerinden bana bakan tanımadığım onlarca göz. Kendime dönüyorum, ucu gözükmeyen yürüyen merdivenin önünde yığınla insan. Almanya’dayım hava buz gibi. Kuru ot kokusu yok, yerine rutubetli kanalizasyon kokusu var. Yürüyen merdiven ilerlerken, yandaki boş beton merdivenlere bakıp, her seferinde olduğu gibi bir dahaki sefere yürüyerek çıkmaya karar veriyorum, hareket olsun diye, ama tembellik kazanıyor yine. Sonuçta sistemin ferdi olmak bunu gerektiriyor. Duruyorken, tırmanıyorum yeryüzüne doğru. Durduğu yerde insanlığından düşenler gibi… Ve gözlerimi kapatıyorum, kafamı yün atkıma iyice gömüyorum, ellerimle sırt çantamın omuzlarımdaki askılarından tutuyor ve çekiyorum, hayalimi kaçtığı yerden tutup çekiyormuşum gibi.
Bu sefer bilinçliyim, görmek istediklerim geliyor zihnime, teyzemin köyünün girişindeki çeşmenin önündeyiz, kayın ağaçlarının dibindeki… Burası son durak. Bizler de sokakta özgürce oynayabilen son şehirli çocuklarız. 90’ların çocukları… Köye girmeden şehirli annem elimizi yüzümüzü yıkayacak, saçlarımızı yeniden bağlayacak, oğlanların burnunu süpürecek. Biz kızlar güleceğiz buna. Koyunların çanlarını duydukça sabırsızlanacağız ne gerek vardı bu teşrifatlı hazırlığa, yeni bir köy yeni bir oyun sahasıydı bizim için. Yüreğim kıpır kıpır nihayet teyzemin köyündeyiz.
Hava aydınlanmamış daha. Çiğ yağıyor anlıma. Kafamı gömdüğüm yün atkımdan çıkarıyorum. Göğe doğru bakıyorum, adeta koyu griliğe doğru düşüyorum yer yüzünden, bu sırada dudaklarıma çiğ düşüyor. Sanki Ankara’dayım. Bu hissi ve tadı seviyorum. Ama genzim yanıyor, keskin rutubet kokusunu duyuyorum. Gerçek kokuyormuş ve ciğerlerimi acıtıyor.
Yürüyorum, soğuk ve rutubet öyle keskin ki düşünemiyorum. İnsan acı çekerken ve tiksinirken düşünemiyor zaten. Bence o haldekilerin cezai ehliyeti olmamalı. Zaten uykum da etrafı dağıttı kaçtı. Bütün gün topla toparlayabilirsen zihnini. Onca dağınıklığın arasından ezberlemeye çalıştığım kelimelerden birini buluyorum. Türkçesi, geç kalmak. Dağınıklığı toplamaktan vazgeçiyorum. Yorgunum zaten daha doğrusu yılgın. Bugün günlerden neydi, evet Aralık ayındayız ve 2017 ama gün neydi… Ne fark eder yılın sonu ve eski Türkçeye göre zemheri ayı. Yeni bir dil öğrenmek için gittiğim sınıfa girerken yüzümde yılgın bir gülümseme. “Yorgun musun?” diye soruyor arkadaşım. Yo… Gün daha yeni ağarıyor ve ben taa kaç yıl öncesinden ne kadar uzaktan geliyorum biliyor musun? Demiyorum böyle tabi ki, hayal kuruyorum sadece. Suçum bu, düşünmek ve yaşamak… Bu yüzden ben de yaşamıyorum ve düşünmüyorum. Kaçıyorum ve hayal kuruyorum. İyi geceler, pardon, iyi dersler… (Gülizar Baki)